AYASOFYA CAMİİ'İNDE NAMAZ ŞART OLDU
Geçmiş hükümdarlardan biri bir bilgeye,
“- Devlet başkanları için en yakışan en övülen özellik hangisidir?”
diye sorunca şu cevabı alır:
-“Yavaş ve düşünerek hareket etmektir”
Bilge aynı zamanda bildiğini yaşayan olduğuna göre, bildiğini yaşayan-yaşatan..
Peki şimdi bu cevapdan, başkanlıklara ve hatta devleti yönetmeye talib fertlerin kendilerini gerçekleştirip veya gerçekleştiremediklerini, inandıkları davanın (her neye inanıyorlarsa) samimiyetini nereye kadar devam ettirebildiklerinde görebilir miyiz?
Parti ,dernek, teşkilat, şu, bu kuruluş üzerinden değil de bir mesele üzerinde gidecek olursak, mesela sıcağı sıcağına izlediğimiz Ramazan bayramında “AYASOFYA’DA KILINACAK OLAN NAMAZ” hadisesi malum. Lakin bir anda bayram arefesinde bitirildi.
İşin siyasi yanı bir tarafa, böyle bir organizasyonun talibi olan parti daha sonra bundan vazgeçtiğini ilan edince şu düşünceler ister istemez akla geliyor:
-12 Eylül referandum öncesi devlet kurumlarının müdahalesinden doğacak etkinin sandığa yansıması …
-Bu işi organize edenlerin dünya kamuoyundan alacakları tepkinin farkına varıp, yapı olarak etkileneceklerini düşünmeleri…
- “Ayasofya davası” gibi yüzyıla yakın süren mukaddes bir davanın birikim sorumluluğunu kaldırabilecek kararlılıkta ve inanışta olmadıklarını düşünmeleri.. vs.
Bu düşünceler böyle bir organizasyonu düzenlemeye çalışan partiyi sonradan etkilemiş olabilir veya olmayabilir..
Bizim temennimiz olmadığı kanaatinde yoğunlaşmakla birlikte, dikkatimizi çeken nokta da bu değil.
Dikkatimizi çeken nokta, BBP parti teşkilatı tarafından üyelerinin cep telefonlarına gönderilen sms mesajıdır ki, şöyle:
“- Provakasyon olma ihtimaline karşı EMNİYET YETKİLİLERİNİN RİCASI üzerine ve GENEL MERKEZİN İSTEĞİ doğrulltusunda Ayasofya'da kılınacak olan namaz iptal edilmiştir".
Ayasofya Camii içinde namaz kılınacağı , böyle bir talebin yoğun ilgi göreceği ve yaklaşık yüzyıllık bir tabu’nun yıkılacağından endişelenenler harekete geçtiler. .
Bu mesaj, başı ve sonu nereye dokunacağı düşünülmeden saçılmış bir söz.
Böyle, “yavaş ve düşünülmeden” serdedilen bu söz ilk başta bu işi organize edenleri bağlar:
Ayasofya mevcut kanunlara göre müze konumunda yasayla bağlanmışken ve sizin insanları böyle bir yasayı çiğnemeye davet etmeniz -af dileyerek söylüyorum- PROVAKATÖRLÜĞÜN HEM BAŞINI ÇEKMEK ve hem de organizasyonunu yapmak zannı altında tutuyor.
Bununla da kalmaz, geçmiş dönemde Ayasofya’da kıldığınız apar-topar namazın mahiyetini kendi kendinize iptal ederken, kitlenize “hatta savunduğunuz değerleri” tersine çıkarıcı, batının “pleseng” laflarını ağzınıza dolayarak “nutuk” atıyoruz zannedersiniz belki ama, aslında çok kısa bir sürede farkına herkesin varabileceği gibi, yönetiminizin değerlerini –kendiliğinden- yitirtmiş olduğunuzun ilanını yapmış oluyorsunuz.
İşin “öncesi” kendi kendini iptale götürmüşken “sonra”, organizasyonu iptal eden parti yetkililerinin ayrı bir fecaati dir:
“- Bayram günü erken saatlerde Ayasofya önünde doluşan küçük gruplar, işi organize edip daha sonra iptal eden parti yetkilileri tarafından Ayasofya önünden uzaklaştırılmak üzere Sultanahmet camiinde namaz kılmaya yönlendirildi. Bunu kabul etmeyen ve namazlarını Ayasofya’da kılmak isteyen ve bunun için buraya geldiklerini söyleyen Müslümanlar, Ayasofya önünde getirdikleri seccade ve örtüleri yola serip Bayram Namazını kıldı. Daha sonra, organizasyonu iptal etiklerini dile getiren BBP İstan bul İl başkanı ; “ basın açıklaması yapıldığını ve tekbir getirmeden, sessizce dağılması telkini yaptı”. Bunun üzerine, Müslümanlar içinden bazı ERENLER ise; “basın açıklamasının şu an burada ve bu meydan da yapılması gerektiğini, dağılmak isteyenin gidebileceğini ve bu davanın herkesin taşıyamayacağı kadar büyük bir dava olduğunu” vurguladılar. Organizasyonu iptal eden yetkililer ise bazı “erenleri provakatör”lükle suçladılar. Bunun üzerine "Erenler" kısa bir konuşmanın ardından tekbir ve selamlarla oradan ayrıldı..”
“Bilge” ile “bilgelik taslayan” arasındaki farkı bu müşahhas örnek herhalde net bir şekilde açıklar. Bir işe neye nisbetle başladığını bilemeyen fert/ler veya zümreler nasıl hitama erdireceklerini bilemedikleri gibi “yarım iş”in tamamlanmasının “şart” olduğunu, aksi takdirde “geleceğe köstebek tünelleri” bıraktıklarını da bilemezler.
Allahın izni, büyüklerin himmetiyle, olanların aksine, akış tersine döndü; 1999'da açık denizde kopan fırtınanın öncü dalgaları vurmaya devam ediyor. Beklenen rahmet selini ise Üstad’ın “Ayasofya hitabesi”nden okuyalım;
“- Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!
Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.
Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...
Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...
Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...
Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.
Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!
"Hiçbir yalan, ilelebet payidar kalamaz!"
“Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya“nın “tarih hükümlerini çerçeveleyici bir kitap” olduğunu, BAĞIMSIZLIK SEMBOLÜMÜZ olduğunu bildiklerini zannedenler, bunu kukumav kuşu gibi terennum edip duranlar, ağızlarından Necip Fazıl’ı düşürmeyenler, hayrlı bir iş yapacaklarken ve bu da onları belki “sürülmüş tarla” olmaktan çıkarıcı bir fonksiyonu başlatıcı olacakken, “Emniyetdeki abileri” ile “büyüklerinin tavsiyesi”ne uyarak, “Fatih ve onun yeni nesli” olacaklarına, İsrail’i “otorite” olarak tanıdığını tüm dünyanın önünde, bir teşbih yaparsak, kadınların “ped”lerini teşhir etmesine denk bir utanmazlıkla ilan eden Pensilvanya’lıya uymayı tercih ettiler.
Hayat bir tercihler demetidir zaten.
Ya asalak gibi yaşayacaksınız ya “provokatör” denilse de ONURLUCA ve VATAN UĞRUNA!
BBP’yi “parasal” olarak destekleyerek, basında kendi gazeteleri ile gündemde tutarak bugünlere –“sürülmüş tarla”- getiren zihniyet, (tafsilatını www.nizamialem.org’dan öğrenebilirsiniz) bugün hala “iftar masraflarını” vererek (ve belki de daha kimbilir neleri vererek) desteklediğ partiyi, –kimse darılmasın, yaşanmış H. Dink misali örneklere göre söylüyoruz- “paralı asker” gibi gördüğünü apaçık ortaya koyarken sormak lazım, “onurluca” yaşamak mümkün olabilir mi?
“Allah tarafından kalpleri mühürlenmiş” olanların anladıkları tek dil, “para”dır; “Ayasofya’da bayram namazı” da bu dil’in BBP’deki “işbirlikçilerini” ortaya koydu.
furkandergisi
Etiketler:
ah şu provakatörlük yok mu?,
BBP,
emniyetteki abiler,
inadına büyük doğu-ibda,
mukaddes dava,
necip fazıl,
nizam-ı alem ocakları,
provakasyon,
yönetim zaafiyeti
24'de Mirzabeyoğlu
"Kanal24"de 17 Eylül 2010 cuma günü yayınlanan "Kafadengi" isimli programda referandum, referandum sonrası tartışmalar, demokratikleşme ve ülkemizdeki anti demokratik uygulamalar konu edildi.
Programı, Sırrı Süreyya Önder, Selahattin Yusuf ve Tarık Tufan gerçekleştiriyorlar.
Devletin "hukuksuz uygulamaları" üzerine örnekler verilirken, "Hayata Dönüş Operasyonu" ile Salih Mirzabeyoğlu'na yapılan "muamele" gündeme getirildi.
Programın "sunucuları"ndan biri olan Sırrı Süreyya Önder, "devletde deve kini var" diyerek buna dair örnekler verdi.
S. Mirzabeyoğlu'nun "büyük dedesi"nden, Hacı Mirza Bey ve İzzet beyin yaşadıklarını aktardı.
Sırrı Önder, kürt şair Cigerxun'un "Şer şere çı jine çı mere" isimli eserinin "çıkış sebebi" üzerinde (Sırrı bey, programda "ölenler" diyerek Hacı Musa beyin de ismini zikretmiştir ama, programın "anlık" olmasından kaynaklanan bir hata yapmıştır, kendisinin de kesinlikle bildiğine emin olduğumz gibi o sahnede yer alan "kesik başlar", İzzet bey ve "uşağı"na aittir, Hacı Musa bey, Suriye'de (veya bir rivayetde Irak'ın kuzeyinde, Ağrı İsyanına katılmak için giderken öl(dürül)müştür.) Gülnaz hanımdan ve "devlet"in o kesik başları önüne atarak "feryad-ı figan" etmesini ve böylece "devletin büyüklüğünü" anlamasını istediklerini ama onun "Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir" diyerek bütün bunları altüst ettiğini, Cigerxun'un da bunu "destanlaştırdığını" aktardıktan sonra, "devletde deve kini var" diyerek, Salih Mirzabeyoğlu'nun durumunu da bu "kin"le açıklamıştır.
S. Mirzabeyoğlu'nun nasil bir ALÇAKLIK VE ADALETSİZLİKLE idama mahkum edildiği üzerinde, sitemizde sayısız yazı bulabilirsiniz, "DEVLET BÜYÜKLERİNE" yazılmış, hem mahkemedeki rezillikler hem de 2000 senesinden beri süregelen TELEGRAM İŞKENCESİNDEN bahseden "açık mektubları" da okuyabilirsiniz.
Telegram hakkında yazılmış bütün kitaplarda, dünya çapında kayıtlara geçmiş olmasına rağmen "devletin" ve "hükümetin" ellerini kıpırdatmaması, bunun yanında "medya"/yandaş veya candaş medya'nın birkaç aykırı ses dışında ondan bahsetmemesi de tersinden sesimizin "çok çıktığına" delaletdir aslında.
Kanal24'ün "yapısı"nı gözönüne alırsak, "yeni yayın dönemi"nin ilk programında ve referandumun ertesinde bu konudan bahsedilmesi, eğer, S. Mirzabeyoğlu'nu takip ettiğini programda "Ben Kimim?" örneğiyle ortaya koyan Sırrı Önder'in "inisiyatifi" değilse eğer, "Ankara'da hakimler var!" denilecek günlerin yakın olduğuna dair bir ışığın tezahürleri ortaya çıktı diye düşünmek mümkün.
Bekleyip, göreceğiz ve sesimizi "DAHA ÇOK ÇIKARTACAĞIZ!"
http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/basyucelik/salih-mirzabeyoglu/109-basinda-salih-mirzabeyoglu/1129-24de-mirzabeyoglu
Etiketler:
12 üylül,
28 şubat,
cunta,
demokrasi,
intikam,
işkence,
kafadengi,
kanal 24,
kemalizm,
kin,
özgürlük,
referandum,
salih mirzabeyoğlu,
sırrı süreyya önder,
tarık tufan
Salih Mirzabeyoğlu'nun Savunması -1
26.01.2000, İst. Beşiktaş DGM
28 ARALIK 1998’de Salih Mirzabeyoğlu’nun gayri hukukî bir şekilde tutuklanması ile başlayan süreç, 25 Ocakta 10 İBDA mensubunun yaralanıp bir gönüldaşımızın şehid olduğu Metris baskını ile yeni bir safhaya girdi. Metris operasyonundan üç hafta evvel Bandırma Cezaevinde de kanlı bir operasyon gerçekleştirilmiş ve bir gönüldaşımız şehid olmuştu. Her iki operasyonda da tutuklulara akla-hayale gelmeyecek işkenceler yapılmış, Metris’tekilerin saçları ve sakalları kazınarak kamuoyu nezdinde aşağılanmaya çalışılmıştı.
Fakat, bütün bu ruhî ve fizikî işkencelerden hukuk adına en elim olanı ise, bugüne kadar basılmış 56 cilt eseri bulunan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun, saç ve sakalı traş edilmiş, her tarafı yara bere içinde mahkemeden ziyade bir linç sahasına dönüştürülmek istenen DGM’ye, kime hizmet ettikleri bugüne kadarki yayınlarından apaçık belli olan medyanın önüne çıkarılmasıydı. Buradaki manzaranın mesullerinin verdiği mesaj açıktı: “Bizim nazarımızda hukukun, kanunun, insan hak ve hürriyetlerinin bir önemi yoktur; biz istediğimize istediğimizi yaparız.”
Ama Salih Mirzabeyoğlu, 21 Şubat ve 17 Nisan tarihli duruşmalarda yaptığı müdafâ ile oynanmak istenen oyunu bozdu ve devlet güçlerinin hukuk planında işledikleri cinâyetleri, suçüstü yakalayıp Türkiye’nin manzarasını, başka bir söze hâcet bırakmayacak şekilde resmetti.
Aşağıda, Sayın Mirzabeyoğlu'nun 21 Şubat 2000 tarihinde yaptığı 'savunma'yı okuyacaksınız:
Rejim, "nizâm-düzen" ve hukuk; neticede sosyal, siyasî ve iktisadî unsurları içine almış olarak, hukukun kapsayıcı rolünde üst üste gelen kavramlar... Bu görüş çerçevesinde “Adalet sistemi" ve ilgili kurumların hâline, DGM Savcılığı'nın hakkımdaki iddianâmesine cevab yazmaya başlayabildiğim bugün, yâni 17 Şubat 2000 itibariyle değinme ihtiyacındayım. Hiçbir hukukî mesnede dayanmadan tutuklanmamın ardından, 25 Ocak 2000'den bugüne kadar yaşadıklarım ve içinde bulunduğum durum, Adalet sisteminin nasıl bazıları için "at içeri, çıkmak için uğraşsın dursun!" mantığı ile işletildiğini göstermektedir.
Önce, yeri geldikçe açmak ve misâllendirmek üzere, fikrimi peşin peşin söyleyeyim: - "T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM'lerin mânâsı da bellidir; DGM Savcılığı'nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, "yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" diyen (sanıyorum Komiser yardımcısı ) Bahri'nin tavrı, buna tipik bir örnektir. Polisteki baskı ve istediğini istediği gibi tertibe sokan sorgu usulü ile, bunu iddianâme hâlinde aynen kabul eden DGM Savcılığı'nın haksız yere tutuklaması karşısında, benim tabiî bir insan refleksi hâlinde Mahkeme'yi protesto ederek çıkmayışımın sebebi de belli olmuyor mu?...
Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine... Polisin beni hiçbir illegal ilişki içinde olmamama rağmen, "İçişleri Bakanlığı'nın İBDA-C'yi illegal örgüt kabul etmesi"ne binaen sipariş üzerine (ki, kaç türlü saçmalık bir arada, sonra göstereceğim) yakalaması, üstelik ilkokula giden çocuğumu hergün almak üzere gittiğim İlkokul'un önünde eşim ve çocuklarımla beklerken yakalamasına rağmen, "örgüt lideri" imajına katkı olsun diye yakalama tutanağını, adaleti yanlış yönlendirici bir şekilde "evine yapılan baskınla yakalandı" diye tertib etmesi; 28 Ocak 1998'de böyle başlayan ve basının da içinde psikolojik yönlendirici olarak bulunduğu bir yığın haksız, ahlâksız ve hukuk dışı suçlamaya tepki olarak, protesto amacıyla Mahkeme'ye çıkmayı reddetmem... Hukukî olarak nazik bir mesele: Beni 26 Ocak'taki Mahkeme'ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı'nın, Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak'ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?.. Aslında Cezaevi Savcısı'nın Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak'ta Mahkeme'ye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme'ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir... Ve DGM Savcılığı'nın iddianâmesine hangi şartlar altında cevab yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası: Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay, "hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!" diyor. Devlet sözüyse fena!.. "Biz, söz namustur uhdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek isteriz!" diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağını söyleyen Albay, "tamam!" diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri dövüş maskesi gibi bir şeyle örtülü grub, koluma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya gelmek gibi bir durumda olduğumu anlıyorum. Fakat enteresan; bu kasklı asker koridoru içinde birkaç kişi dışında tekme ve yumruk vuran olmadı. Koluma giren grubtan biri -burası önemli- bana, "sen de asker çocuğuymuşsun; boyuna askere saldırıyorsun, bu düşmanlık nerden?" dedi. Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine şeylerin karşısında cılız kaldığı basının, "İBDA-C boyuna askere saldırıyor!" şeklindeki haberi idi. "Ben adalet sistemini protesto ediyorum, üzerime askeri yolluyorlar!"dedim. Neticede, beni tepeleyecekleri bir yer telâşesinde, orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi'nin dış bahçeye açılan mevkiine kadar geldik. Beni odadaki bir sandalyeye oturttular, ardından kollarım kelepçelendi ve hemen akabinde de dışarı çıkartılarak sözkonusu grubun içine salındım. Üzerime üşüşenlerin tekme ve yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, kafama ve vücuduma yediğim sayısız darbeden sonra kendimden geçtim. Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen beni günde birkaç kez baygınlık hâline sokan o darbelerin tesirine rağmen, o gün nasıl sağ kaldım hâlâ anlayabilmiş değilim. Neticede; hadisenin vukubulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter:
Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi'ne getirildim. Sol bacağımın üzerine basamıyorum. Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla birlikte askerler, beni tepelemek için bir odaya aldılar; ve sesimin çıkmaması için ağzımı kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk da söküldü. Dışarı çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki "tembihli" bir adam, bana, "sırtında bir darbe falan yok değil mi?" dedikten sonra, muayene bitmiş olarak önündeki kağıdı dolduruyor... Acelesini bildiğim doktor'a, "yüzümde ve kafamda birşey yok değil mi?" deyince, sanki kendisine farkında olmadığı birşey söylemişim gibi, "yok!" cevabını verdi; ve oradan, koluma giren gardiyanlarla Cezaevi'nin "müşahede" bölümüne götürülürken, bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi... Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları, acıklı bir tasvirle merhamet devşirmek için değil, koruma ve kolluk görevinden Cezaevi'ne kadar bir bütünlük teşkil eden Adalet sisteminin hâlini göstermek için yazıyorum: (1) ölü (5) yaralıyla neticelenen malûm operasyonun ardından "Devlet'in itibarı kurtuldu!" diyebilen Adalet Bakanı, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet'in kendi adına asıl itibarının "adalet" olduğunu da göstermiş olurlardı... Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, -tahkir edici davranışlardan filân vazgeçtim-, karşınızdayım... "Yukarılardan" gelen tembih gereği, Mahkeme'de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve gazeteciler resim çekerken sünepe görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması sözkonusu edilip huzurunuza çıkarılmış olarak...
Aslında bütün mesele şu noktada toplanıyor: Vaktiyle bir Milletvekili'nin, "bu memlekette iki zümre meydana getirdiler; biri polisin korkuttukları, biri de polisin korktukları!" demesi gibi, duruma göre, birileri Hukuk'un bu tarafında kalırken, birileri öbür tarafında kalıyor... Estirilen hâkim psikolojiye göre!..
Hukukun en genel ilkelerinden biri, "kişi mahkemede hüküm giyene kadar suçsuzdur" diye dursun, büyük sermaye teknesinin cariyesi basın hakkımızda Savcı ve Hakim olmanın da ötesine geçerek, hüküm giymiş olsan bile gerçek bir Hukuk Devleti ve ahlak ilkeleri önünde tasvip edilemez aşağılık bir ağızda maruz kaldığım muamele için birilerini yağlamış ve kamuoyu önünde beni küçük düşürmeye çalışmıştır... Savaşta bile bir esire davranış şekli Milletlerarası cari bir hukuk olarak düzenlenir ve bu yasanın bir gerçek halini alması gerekirken, benim mevcut hukukun öbür tarafında kalanlar tarafından kafamın gözümün yaralanması, bacağımın sakatlanması, saçımın sakalımın kesilmesi ve ayakta duramaz bitkin hâlim karşısında atılan başlıklar malum: "Traş olurken yüzünü kesti-Yolunmuş Tavuğa Döndü!" bunlar, hayatı ona buna tavukluk yapmakla geçmiş veya buna aday, anasından yana özürlü ve benim ruh aynamda kendi ruh aşağılıklarını görüp tasvir eden adamlar... Şu satırlardan sonra bile, irkilip silkinecekleri yerde sadece sırıtacaklarını bilmek için, kahin olmak gerekmez... Ama onlarla aynı çizgide saf tutan ve "Devlet'in itibarı kurtuldu!" diyen Adalet Bakanı için ne demeli?.. Hukuku dehleyip de estirilen "psikolojik" hava?..
F tipi cezaevi uygulaması için beni Saadettin Ustaosmanoğlu'nu ve Ali Osman Zor'u kobay seçen Adalet Bakanı'nın emri gereği şu satırları yazdığım 10 Şubat itibariyle, tek başıma bir odada, televizyon ve radyo gibi haber dinleme imkanlarından mahrum ve şimdiye kadar çoluk çocuk dahil hiçbir yakını ile görüşmemiş olarak, hınç devşirici şartlarda, cevap hazırlamaya çalışıyorum... Bütün kurumlarıyla bir bütün olan "Adalet Sistemi"nin, bırakın hukuku, en basit insan haysiyetine bile riayet etmez bu tıkır tıkır işleyişi karşısında, üst kattakilerin gururdan gözleri yaşarıyordur herhalde... Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için "burada insan nasıl yaşar?" diye serzenişte bulunan bir Milletvekili'ne, gardiyan "aman efendim! buralar sizin Meclis'teki oylarınızla yapıldı!" diyor... Kıssadan hisse!..
DGM savcılığının "kanatsız kuş" misalini andırır bu sığ ve sakat tasviri, kısır mantık ve sakat suç isnadı, benim temsil ettiğim davanın ulviyeti önünde "işte yobazlık budur!" kabilinden bir mahiyet belirttiği gibi, hukuk haysiyeti açısından da bir suçtur.Yakalanışımdan, polis sorgusundan, sözkonusu iddianamenin keyfiyetine kadar herşeyi destanlık bir komedi olarak kitaplık çapta ortaya koyacağımı kamuoyuna duyururum.
Kitaplık çapta ortaya koyacağımı söylediğim, "hukuku uygulama durumunda olanların hukuk dışı davranışlarının" destanı, malum Metris hadisesinde telef oldu; bu ayrı dava... Mesele şurada: Ben bunu ifade etmişken, 26 Ocak'ta kafam gözüm yaralı ve üstüm başım çamur, bitkin bir halde Mahkeme'de iken bu hâlimi dünyanın hiçbir yerinde -tabii, Hukuk Devletin'nden bahsediyorum-görülmeyecek şekilde yamyamca şakşaklayan bir kısım aşağılık basın, suç olan bir fiili övmekle kalmamış, aynı zamanda benim "zaten Mahkeme'ye gelecektim!" sözümü "Mahkeme'de kuzu kesildi!" ağzıyla tahkir ve bilhassa TAHRİK edici şekilde vermiştir... Basın, kuklalık ettiği güçlerin elinde yönlendiricilik yapıyor ya, burada sözü, arkasından ben devam etmek üzere, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un Adli yılın açılışında yaptığı konuşmanın bir kısmına getirmek istiyorum ki, şöyle diyor:
-"Akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayattılar. İnsanların, yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kestiler; kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler. Kimileyin de insanları parçalara ayırdılar, sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her TOTALİTER rejim gibi bir meyve koparmak için ağacı devirdiler. Özgür birey yok oldu. Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı; bu, Devlet'ti. Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet, çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık olup çıktı"
Yargıtay Başkanı'nın yaptığı tesbit, benim en başta "Hukukun kapsayıcı rolü" diye yaptığım tesbite, TEKLİF farkıyla yakındır: Zaman zaman o konuşmaya atıfta bulunacağım... Benim teklifim malum: Büyük Doğu – İBDA sistemi... Sözkonusu tesbit, varlığını bizzat çarpıklığa borçlu ve bu çarpıklıktan nemalanan "3000 aile" diye ifade ettiğim zümrenin çıkarına göre bir müesseseleşme kurumlaşmanın, devlet kurumunun halini gösteriyor... Bu çerçevede benim davamda da görüldüğü gibi bir ucu devlet içinde olan basın, çok bahsedilen gücünü ahlaklı veya ahlaksız çalışanlarından değil, onları kendi çıkarı için kiralayanların gücünden almaktadır... Hani şu; 20 milyonu gerçek anlamda aç ve geri kalanı köle, uşak ve korucu haline getirilmiş ve bir kısmı da -mesela siyasiler ve değişik meslek mensupları- çıkar ortağı edinilmiş bir insan coğrafyasında tereyağından kıl çeker gibi trilyonları ve katrilyonları götürenlerin gücü.
Bir trenin içinde, onun gidiş istikametine ters yönde yürümenin, trenin kendi istikametinde yol almasına bir zararı yoktur; bunun gibi müsaade edilen çerçevede çıkan birtakım doğruyu ifade eden yazılar, yukarıda sözünü ettiğim büyük basın içinde, aykırı sesleri de kendi veriyormuş havasını doğuran çeşni neviindendir...
Netice olarak: 1975'den beri dergi kitab faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984'den beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, "fikir suçu" kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün için, ne bugün ve ne de yarın, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulu tutulamam... Nitekim, tutukmanmamdan 5 ay önce bir başka İstanbul DGM Savcısı'nın Adana DGM Savcısı'na yolladığı belge -ki Avukatım Harun Yüksel tarafından "İddianame ve ekleri hakkında beyanlarımız" diye Mahkeme Başkanlığı'nıza verilmiştir- bunu teyid eder:
-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI'NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL'DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERİNDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)
Ve Avukatım Harun Yüksel, "Adana DGM dosyasında İstanbul DGM dosyasından farklı hiçbir delil yoktur. Ve İstanbul DGM Savcılığı bu kararı verdikten 5 ay sonra müvekkilim tıpkı Adana dosyasındaki gibi mesnetsiz iddia ile, yasadışı örgüt yöneticisi olma iddiası ile gözaltına alınıp tutuklanmıştır... Bu 5 ay içinde ne değişmiştir?" diye soruyor... Ortada ne emare, ne karine ve ne de delil olmaksızın tutuklanmamın en şirin cevabı, bütün bu olup bitenlerden sonra doğruluğundan asla şübhe edilemez şekilde, polis sorgusunda –Komiser veya Komiser Yardımcısı- Bahri'nin, "yukarıdan bastırıyorlar; sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" sözüdür. 100 sayısının tabiî olarak 99 sayısına kadar bütün sayıları içinde barındırması gibi, aynı doğruluk ölçüsüyle, polisteki sorgudan başka bir sahne:
Bana sordukları soruların cevaplarından, daha hülâsa edilmiş sorular hâlinde, hiç yurtdışına çıkmadıysam bunu isbat etmem gerektiğine dair saçmalıklar da içinde, 5-6 madde hazırlamışlar... Bahri ile beraber, -aynı yaşlarda,sarışın, ismini Mehmet diye bildiğim Komiser veya Komiser yardımcısı- üçüncü maddeye geliyorlar:
-"Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna..."
Ben "hiç kimseyle görüşmediğime, talimat vermediğime göre, nasıl örgüt başı oluyorum ki?" deyince, Bahri, 20 bin kişinin yargısız infazlarla gitmesine nisbetle hafif kalacak şu sözleri söyledi:
-"Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz; isteseydik, evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık, derdik... Gel sen şunu güzellikle kabul et!"
Benim bu güzelliği kabul etmemem karşısında, Mehmed hışımla atıldı:
-"Yuh be sana!.. Bi Terör Örgütü'nün başıyım diyemiyorsun, delikanlılık yapamıyorsun! Burada eylem yapmış kaç kişi seni öve öve bitiremedi... Bi slogan bile atamadın!"
İBDA ile İBDA-C arasındaki fark ve "kendinden zuhur" bahsi ile ilgili "anlamak için sordukları sorulara da, "ben orada 41 tane kitab yazmışım, okuyun!" deyince, Bahri, şu tersine harika cevabı verdi:
-"Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil. Buradan önüne ne giderse o..."
Bütün bu anlattıklarımdan da anlaşılıyor ki, ben, yakalanışımdan ve tutuklanışımdan sonra binbir türlü bayağılıkla aleyhimde yönlendiricilik görevi yapan basın bir tarafa, doğrudan adaleti ilgilendiren polis sorgusundan bu yana da "suçsuz olduğunu isbat et!" gibi hukuk dışı bir muameleye maruz bulunuyorum... Neticede: Yukarıda kendilerinden iktibaslar yaptıgım kişilerin yazılı ve sözlü düşünceleri gibi, ben de İBDA markası altında çeşitli mevzulara dair düşüncelerimi beyân ediyorum... Düşünce beyân edenle muhatabları arasındaki farkı da, her düşünce için geçerli olmak üzere, "ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam" sözüyle ifâde ediyorum...
( Dikkatimi çeken hususlardan biri de, ne MİT'te ve ne de Siyasî Şube'de, sorgulamayı yapanlardan hiçbiri, fikir plânında hiçbir şeyden haberdar değillerdi... İBDA-C örgütü diye bir davaya balıklama dalan adamlar, İBDA'nın kitabî yönünde tam bir cahil idiler... Adeta, mikrobu bilmeden doktorluk taslamak gibi bir şey... Bütün bilgileri, gazete haberleri çerçevesinde idi; ve gazete okuyucusu olarak devşirdikleri haberleri istihbarat yapmış gibi topluyor, bir zaman sonrada bunları İstihbarat Teşkilatı'nın çalışması diye basına veriyordu...)
İkincisi: Ugur Mumcu cinayeti... Cinayetten bir kaç gün sonra, Hürriyet Gazetesinde, yine "polisten alınan bilgiye göre" kaydıyla, Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olarak, benim ve 15 arkadaşımın gözaltına alınıp sorgulandığım yalan haberi çıktı... Uğur Mumcu'nun Avukat ağabeyinin ısrarlı takibleriyle işin hangi mecralara döküldüğünü ve nerelerde takıldığını biliyorsunuz.
Bir kısım kimseler veya örgütler eylem yapacak, hattâ mesela İBDA-C Fetih diye bir örgüt eylem yapacak, oraya bırakılan kağıt veya telefonla üstlenildi diye, -buraya dikkat edilsin, altını çizerek söylüyorum-, eylemci veya talimat veren olarak ben münasib görülüp, hakkımda böyle bir psikolojik hava oluşturulacak veya "suçsuz olduğunu isbat et" gibi bir davaya mevzu olacağım... Hukuk devletinde böyle bir şey olabilir mi?..
Savcılık iddianâmesi, eskilerin "muhayyelâttan terekküb eden kıyas" dedikleri şekilde, "o, o olursa, bu da bu olursa, netice şudur" kabilinden, benim "münasib görme" dediğim şekilde devam ediyor: "Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensublarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensublarının Kumandan kod Sanık İzzet Erdiş'e bağlılığı..." diye, örgüt mensublarının yaptığı eylemler faslıyla sürüyor... "O o olursa, bu da bu olursa netice şudur" da, o öyle değil, bu da böyle değil"; neticede de, ne legal ve ne de illegal hiç bir İBDA-C'nin lideri değilim... Bu çerçevede, beni suçlamak için, bana olan bağlılıktan bahsetmek, "suçun şahsiliği prensibi"ne aykırıdır. Nasıl ki, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e yakınlığı ve bağlılığı malûm üst katlarda oturan, katrilyonlara varan yolsuzluk ve cinayete varan sair suçlarda adlarının geçmesinden dolayı o suçlanamıyorsa ve sık sık "suçun şahsîliği prensibi"ni tekrarlıyorsa, "hukukta eşitlik prensibi"nden hareketle hiç tanımadığım insanların bana bağlılığından dolayı da aynı şekilde ben de suçlanamam... Bu misâl başa alınarak, sayısız misâl temin edilebilir.
Yakalanışımdan 5 ay önceye âit Savcılık hükmü hiçbir yasadışı ilişki içinde bulunmadığımı tesbit ederken, hâlihazır suçlamanın hülâsa olarak altını çizdiğim kısmı, netice olarak "olsa olsa budur!"cinsinden bir "münasib görme" işidir... Bu "münasib görme" işinin hukuk dışı olması bir yana, ölçüsü nedir? Niye şu değil de bu?
Mesele şurada: Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu-İBDA... Biri, eşya ve hadiseler karşısında ruhun "nasıl" tavrıdır; diğeri aklın "niçin" tavrı... Buna rağmen "o olmakla, ondan olmak" arasındaki fark gereği, İBDA'ya isnad edilen bir suçtan dolayı, Büyük Doğu suçlanamaz... Aynı yekilde legal veya illegal İBDA-C'lerden dolayı da, "o onu tanıyor bu bunu tanıyor" diye sorumlu tutulamaz... Eğer sorumlu tutulursa, ben de diyorum ki, "benim liderim Necip Fazıl'dır!" ... Üstadım'la Turgut Özal'ın teması malûm olduğuna göre o da örgüt üyesi... Şayet bugün bu iki ismin vefat etmiş olduklarını ileri sürerseniz, o zaman da, sağlığından beri Turgut Özal için "benim doğal liderim!" diyen ve onunla yan yana çalışması malûm Mesut Yılmaz'ı örnek gösteririm... Yani örgüt liderliğine niye onlar münasib görülmüyor da, "olsa olsa budur!" kabilinden bir yaklaşımla ben yasadışı örgütün lideri oluyorum?..
Aynı şekilde: Necib Fazıl'ın 1976'da başlayan ve Süleyman Demirel' in 3-5 bin adedini üst fiyatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu "Rapor" isimli kitab-dergide, Nisan 1980'den sonra 12 Eylül'deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım. Süleyman Demirel'in haftada veya onbeş günde bir telefon etmesi ve saygılarını bildirmesinin ve ara sıra dergiye siyasî çıkarı gereği para yardımında bulunduğunun şâhidiyim. "Kavgam-Necip Fazıl" adıyla günlük bir tarihçe şeklinde tertipleyerek basılan onun yazılarından müteşekkil bu eserimden, sözkonusu yakınlık süzülebilir... Buna nisbetle, niçin yasadışı örgütün liderliğine o münasib görülmüyor?
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vesilesiyle, münasib görme işinden başka, şu "kumandan kod" lâfına da açıklık getirme imkanını bulmuş oluyoruz... Şöyle: "kod" belirli bir göreve tahsisen veya -şifre gibi- gizlemeye dair işlerde kullanılır. "Lâkab" ise, asıl adından başka bir kimseye başkalarının taktığı addır... Süleyman Demirel'e 10-15 senedir "baba" denmesi malûm; ama hiç kimse, onu çok sevip sayıyorlar, görüşüyorlar, samimiler veya akrabalar diye, onların bulaştıkları katrilyonlara varan yolsuzluklara adları karıştığı için, "Baba"yı, mafya babalığına yormuyor, "münasib görmüyor"... "Kumandan" lâkabı da, bana 1980'lerde "Rapor" Dergisi çıkarken yakıştırılmış bir lâkaptır. Ortada hiç bir legal veya illegal hiyerarşi ve ilişki olmamasına nazaran, bunun böyle olduğu da açıktır...
Savcılık iddianamesindeki, "kurulacak Büyük Doğu İslam Devleti'nin Komutanı seçilecek olan Kumandan kod Salih İzzet Erdiş" sözünü de anlamış değilim... Necib Fazıl'ın "Büyük Doğu İdeolocyası" isimli eserinde geçen "Başyücelik Devleti" faslı, benim "Başyücelik Devleti" eserimde tahlil edilmiştir; ve orada, "Başyücelik Devleti"nin başının, "Başyüce" diye adlandrıldığı sabittir... "Kumandan", eğer bir görev ve hiyerarşi olarak kullanılıyorsa, bu "askeri bir görev" ifâde eder ki, hem "kumandan" seçimle gelmez, hem de "Devlet Başkanı" değildir.
Salih İzzet Erdiş
21 Şubat 2000
28 ARALIK 1998’de Salih Mirzabeyoğlu’nun gayri hukukî bir şekilde tutuklanması ile başlayan süreç, 25 Ocakta 10 İBDA mensubunun yaralanıp bir gönüldaşımızın şehid olduğu Metris baskını ile yeni bir safhaya girdi. Metris operasyonundan üç hafta evvel Bandırma Cezaevinde de kanlı bir operasyon gerçekleştirilmiş ve bir gönüldaşımız şehid olmuştu. Her iki operasyonda da tutuklulara akla-hayale gelmeyecek işkenceler yapılmış, Metris’tekilerin saçları ve sakalları kazınarak kamuoyu nezdinde aşağılanmaya çalışılmıştı.
Fakat, bütün bu ruhî ve fizikî işkencelerden hukuk adına en elim olanı ise, bugüne kadar basılmış 56 cilt eseri bulunan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun, saç ve sakalı traş edilmiş, her tarafı yara bere içinde mahkemeden ziyade bir linç sahasına dönüştürülmek istenen DGM’ye, kime hizmet ettikleri bugüne kadarki yayınlarından apaçık belli olan medyanın önüne çıkarılmasıydı. Buradaki manzaranın mesullerinin verdiği mesaj açıktı: “Bizim nazarımızda hukukun, kanunun, insan hak ve hürriyetlerinin bir önemi yoktur; biz istediğimize istediğimizi yaparız.”
Ama Salih Mirzabeyoğlu, 21 Şubat ve 17 Nisan tarihli duruşmalarda yaptığı müdafâ ile oynanmak istenen oyunu bozdu ve devlet güçlerinin hukuk planında işledikleri cinâyetleri, suçüstü yakalayıp Türkiye’nin manzarasını, başka bir söze hâcet bırakmayacak şekilde resmetti.
Aşağıda, Sayın Mirzabeyoğlu'nun 21 Şubat 2000 tarihinde yaptığı 'savunma'yı okuyacaksınız:
Rejim, "nizâm-düzen" ve hukuk; neticede sosyal, siyasî ve iktisadî unsurları içine almış olarak, hukukun kapsayıcı rolünde üst üste gelen kavramlar... Bu görüş çerçevesinde “Adalet sistemi" ve ilgili kurumların hâline, DGM Savcılığı'nın hakkımdaki iddianâmesine cevab yazmaya başlayabildiğim bugün, yâni 17 Şubat 2000 itibariyle değinme ihtiyacındayım. Hiçbir hukukî mesnede dayanmadan tutuklanmamın ardından, 25 Ocak 2000'den bugüne kadar yaşadıklarım ve içinde bulunduğum durum, Adalet sisteminin nasıl bazıları için "at içeri, çıkmak için uğraşsın dursun!" mantığı ile işletildiğini göstermektedir.
Önce, yeri geldikçe açmak ve misâllendirmek üzere, fikrimi peşin peşin söyleyeyim: - "T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM'lerin mânâsı da bellidir; DGM Savcılığı'nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, "yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" diyen (sanıyorum Komiser yardımcısı ) Bahri'nin tavrı, buna tipik bir örnektir. Polisteki baskı ve istediğini istediği gibi tertibe sokan sorgu usulü ile, bunu iddianâme hâlinde aynen kabul eden DGM Savcılığı'nın haksız yere tutuklaması karşısında, benim tabiî bir insan refleksi hâlinde Mahkeme'yi protesto ederek çıkmayışımın sebebi de belli olmuyor mu?...
Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine... Polisin beni hiçbir illegal ilişki içinde olmamama rağmen, "İçişleri Bakanlığı'nın İBDA-C'yi illegal örgüt kabul etmesi"ne binaen sipariş üzerine (ki, kaç türlü saçmalık bir arada, sonra göstereceğim) yakalaması, üstelik ilkokula giden çocuğumu hergün almak üzere gittiğim İlkokul'un önünde eşim ve çocuklarımla beklerken yakalamasına rağmen, "örgüt lideri" imajına katkı olsun diye yakalama tutanağını, adaleti yanlış yönlendirici bir şekilde "evine yapılan baskınla yakalandı" diye tertib etmesi; 28 Ocak 1998'de böyle başlayan ve basının da içinde psikolojik yönlendirici olarak bulunduğu bir yığın haksız, ahlâksız ve hukuk dışı suçlamaya tepki olarak, protesto amacıyla Mahkeme'ye çıkmayı reddetmem... Hukukî olarak nazik bir mesele: Beni 26 Ocak'taki Mahkeme'ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı'nın, Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak'ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?.. Aslında Cezaevi Savcısı'nın Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak'ta Mahkeme'ye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme'ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir... Ve DGM Savcılığı'nın iddianâmesine hangi şartlar altında cevab yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası: Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay, "hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!" diyor. Devlet sözüyse fena!.. "Biz, söz namustur uhdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek isteriz!" diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağını söyleyen Albay, "tamam!" diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri dövüş maskesi gibi bir şeyle örtülü grub, koluma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya gelmek gibi bir durumda olduğumu anlıyorum. Fakat enteresan; bu kasklı asker koridoru içinde birkaç kişi dışında tekme ve yumruk vuran olmadı. Koluma giren grubtan biri -burası önemli- bana, "sen de asker çocuğuymuşsun; boyuna askere saldırıyorsun, bu düşmanlık nerden?" dedi. Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine şeylerin karşısında cılız kaldığı basının, "İBDA-C boyuna askere saldırıyor!" şeklindeki haberi idi. "Ben adalet sistemini protesto ediyorum, üzerime askeri yolluyorlar!"dedim. Neticede, beni tepeleyecekleri bir yer telâşesinde, orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi'nin dış bahçeye açılan mevkiine kadar geldik. Beni odadaki bir sandalyeye oturttular, ardından kollarım kelepçelendi ve hemen akabinde de dışarı çıkartılarak sözkonusu grubun içine salındım. Üzerime üşüşenlerin tekme ve yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, kafama ve vücuduma yediğim sayısız darbeden sonra kendimden geçtim. Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen beni günde birkaç kez baygınlık hâline sokan o darbelerin tesirine rağmen, o gün nasıl sağ kaldım hâlâ anlayabilmiş değilim. Neticede; hadisenin vukubulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter:
Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi'ne getirildim. Sol bacağımın üzerine basamıyorum. Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla birlikte askerler, beni tepelemek için bir odaya aldılar; ve sesimin çıkmaması için ağzımı kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk da söküldü. Dışarı çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki "tembihli" bir adam, bana, "sırtında bir darbe falan yok değil mi?" dedikten sonra, muayene bitmiş olarak önündeki kağıdı dolduruyor... Acelesini bildiğim doktor'a, "yüzümde ve kafamda birşey yok değil mi?" deyince, sanki kendisine farkında olmadığı birşey söylemişim gibi, "yok!" cevabını verdi; ve oradan, koluma giren gardiyanlarla Cezaevi'nin "müşahede" bölümüne götürülürken, bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi... Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları, acıklı bir tasvirle merhamet devşirmek için değil, koruma ve kolluk görevinden Cezaevi'ne kadar bir bütünlük teşkil eden Adalet sisteminin hâlini göstermek için yazıyorum: (1) ölü (5) yaralıyla neticelenen malûm operasyonun ardından "Devlet'in itibarı kurtuldu!" diyebilen Adalet Bakanı, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet'in kendi adına asıl itibarının "adalet" olduğunu da göstermiş olurlardı... Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, -tahkir edici davranışlardan filân vazgeçtim-, karşınızdayım... "Yukarılardan" gelen tembih gereği, Mahkeme'de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve gazeteciler resim çekerken sünepe görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması sözkonusu edilip huzurunuza çıkarılmış olarak...
Aslında bütün mesele şu noktada toplanıyor: Vaktiyle bir Milletvekili'nin, "bu memlekette iki zümre meydana getirdiler; biri polisin korkuttukları, biri de polisin korktukları!" demesi gibi, duruma göre, birileri Hukuk'un bu tarafında kalırken, birileri öbür tarafında kalıyor... Estirilen hâkim psikolojiye göre!..
Hukukun en genel ilkelerinden biri, "kişi mahkemede hüküm giyene kadar suçsuzdur" diye dursun, büyük sermaye teknesinin cariyesi basın hakkımızda Savcı ve Hakim olmanın da ötesine geçerek, hüküm giymiş olsan bile gerçek bir Hukuk Devleti ve ahlak ilkeleri önünde tasvip edilemez aşağılık bir ağızda maruz kaldığım muamele için birilerini yağlamış ve kamuoyu önünde beni küçük düşürmeye çalışmıştır... Savaşta bile bir esire davranış şekli Milletlerarası cari bir hukuk olarak düzenlenir ve bu yasanın bir gerçek halini alması gerekirken, benim mevcut hukukun öbür tarafında kalanlar tarafından kafamın gözümün yaralanması, bacağımın sakatlanması, saçımın sakalımın kesilmesi ve ayakta duramaz bitkin hâlim karşısında atılan başlıklar malum: "Traş olurken yüzünü kesti-Yolunmuş Tavuğa Döndü!" bunlar, hayatı ona buna tavukluk yapmakla geçmiş veya buna aday, anasından yana özürlü ve benim ruh aynamda kendi ruh aşağılıklarını görüp tasvir eden adamlar... Şu satırlardan sonra bile, irkilip silkinecekleri yerde sadece sırıtacaklarını bilmek için, kahin olmak gerekmez... Ama onlarla aynı çizgide saf tutan ve "Devlet'in itibarı kurtuldu!" diyen Adalet Bakanı için ne demeli?.. Hukuku dehleyip de estirilen "psikolojik" hava?..
F tipi cezaevi uygulaması için beni Saadettin Ustaosmanoğlu'nu ve Ali Osman Zor'u kobay seçen Adalet Bakanı'nın emri gereği şu satırları yazdığım 10 Şubat itibariyle, tek başıma bir odada, televizyon ve radyo gibi haber dinleme imkanlarından mahrum ve şimdiye kadar çoluk çocuk dahil hiçbir yakını ile görüşmemiş olarak, hınç devşirici şartlarda, cevap hazırlamaya çalışıyorum... Bütün kurumlarıyla bir bütün olan "Adalet Sistemi"nin, bırakın hukuku, en basit insan haysiyetine bile riayet etmez bu tıkır tıkır işleyişi karşısında, üst kattakilerin gururdan gözleri yaşarıyordur herhalde... Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için "burada insan nasıl yaşar?" diye serzenişte bulunan bir Milletvekili'ne, gardiyan "aman efendim! buralar sizin Meclis'teki oylarınızla yapıldı!" diyor... Kıssadan hisse!..
DGM savcılığının "kanatsız kuş" misalini andırır bu sığ ve sakat tasviri, kısır mantık ve sakat suç isnadı, benim temsil ettiğim davanın ulviyeti önünde "işte yobazlık budur!" kabilinden bir mahiyet belirttiği gibi, hukuk haysiyeti açısından da bir suçtur.Yakalanışımdan, polis sorgusundan, sözkonusu iddianamenin keyfiyetine kadar herşeyi destanlık bir komedi olarak kitaplık çapta ortaya koyacağımı kamuoyuna duyururum.
Kitaplık çapta ortaya koyacağımı söylediğim, "hukuku uygulama durumunda olanların hukuk dışı davranışlarının" destanı, malum Metris hadisesinde telef oldu; bu ayrı dava... Mesele şurada: Ben bunu ifade etmişken, 26 Ocak'ta kafam gözüm yaralı ve üstüm başım çamur, bitkin bir halde Mahkeme'de iken bu hâlimi dünyanın hiçbir yerinde -tabii, Hukuk Devletin'nden bahsediyorum-görülmeyecek şekilde yamyamca şakşaklayan bir kısım aşağılık basın, suç olan bir fiili övmekle kalmamış, aynı zamanda benim "zaten Mahkeme'ye gelecektim!" sözümü "Mahkeme'de kuzu kesildi!" ağzıyla tahkir ve bilhassa TAHRİK edici şekilde vermiştir... Basın, kuklalık ettiği güçlerin elinde yönlendiricilik yapıyor ya, burada sözü, arkasından ben devam etmek üzere, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un Adli yılın açılışında yaptığı konuşmanın bir kısmına getirmek istiyorum ki, şöyle diyor:
-"Akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayattılar. İnsanların, yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kestiler; kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler. Kimileyin de insanları parçalara ayırdılar, sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her TOTALİTER rejim gibi bir meyve koparmak için ağacı devirdiler. Özgür birey yok oldu. Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı; bu, Devlet'ti. Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet, çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık olup çıktı"
Yargıtay Başkanı'nın yaptığı tesbit, benim en başta "Hukukun kapsayıcı rolü" diye yaptığım tesbite, TEKLİF farkıyla yakındır: Zaman zaman o konuşmaya atıfta bulunacağım... Benim teklifim malum: Büyük Doğu – İBDA sistemi... Sözkonusu tesbit, varlığını bizzat çarpıklığa borçlu ve bu çarpıklıktan nemalanan "3000 aile" diye ifade ettiğim zümrenin çıkarına göre bir müesseseleşme kurumlaşmanın, devlet kurumunun halini gösteriyor... Bu çerçevede benim davamda da görüldüğü gibi bir ucu devlet içinde olan basın, çok bahsedilen gücünü ahlaklı veya ahlaksız çalışanlarından değil, onları kendi çıkarı için kiralayanların gücünden almaktadır... Hani şu; 20 milyonu gerçek anlamda aç ve geri kalanı köle, uşak ve korucu haline getirilmiş ve bir kısmı da -mesela siyasiler ve değişik meslek mensupları- çıkar ortağı edinilmiş bir insan coğrafyasında tereyağından kıl çeker gibi trilyonları ve katrilyonları götürenlerin gücü.
Bir trenin içinde, onun gidiş istikametine ters yönde yürümenin, trenin kendi istikametinde yol almasına bir zararı yoktur; bunun gibi müsaade edilen çerçevede çıkan birtakım doğruyu ifade eden yazılar, yukarıda sözünü ettiğim büyük basın içinde, aykırı sesleri de kendi veriyormuş havasını doğuran çeşni neviindendir...
Netice olarak: 1975'den beri dergi kitab faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984'den beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, "fikir suçu" kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün için, ne bugün ve ne de yarın, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulu tutulamam... Nitekim, tutukmanmamdan 5 ay önce bir başka İstanbul DGM Savcısı'nın Adana DGM Savcısı'na yolladığı belge -ki Avukatım Harun Yüksel tarafından "İddianame ve ekleri hakkında beyanlarımız" diye Mahkeme Başkanlığı'nıza verilmiştir- bunu teyid eder:
-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI'NIN SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI'NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL'DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERİNDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)
Ve Avukatım Harun Yüksel, "Adana DGM dosyasında İstanbul DGM dosyasından farklı hiçbir delil yoktur. Ve İstanbul DGM Savcılığı bu kararı verdikten 5 ay sonra müvekkilim tıpkı Adana dosyasındaki gibi mesnetsiz iddia ile, yasadışı örgüt yöneticisi olma iddiası ile gözaltına alınıp tutuklanmıştır... Bu 5 ay içinde ne değişmiştir?" diye soruyor... Ortada ne emare, ne karine ve ne de delil olmaksızın tutuklanmamın en şirin cevabı, bütün bu olup bitenlerden sonra doğruluğundan asla şübhe edilemez şekilde, polis sorgusunda –Komiser veya Komiser Yardımcısı- Bahri'nin, "yukarıdan bastırıyorlar; sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!" sözüdür. 100 sayısının tabiî olarak 99 sayısına kadar bütün sayıları içinde barındırması gibi, aynı doğruluk ölçüsüyle, polisteki sorgudan başka bir sahne:
Bana sordukları soruların cevaplarından, daha hülâsa edilmiş sorular hâlinde, hiç yurtdışına çıkmadıysam bunu isbat etmem gerektiğine dair saçmalıklar da içinde, 5-6 madde hazırlamışlar... Bahri ile beraber, -aynı yaşlarda,sarışın, ismini Mehmet diye bildiğim Komiser veya Komiser yardımcısı- üçüncü maddeye geliyorlar:
-"Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna..."
Ben "hiç kimseyle görüşmediğime, talimat vermediğime göre, nasıl örgüt başı oluyorum ki?" deyince, Bahri, 20 bin kişinin yargısız infazlarla gitmesine nisbetle hafif kalacak şu sözleri söyledi:
-"Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz; isteseydik, evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık, derdik... Gel sen şunu güzellikle kabul et!"
Benim bu güzelliği kabul etmemem karşısında, Mehmed hışımla atıldı:
-"Yuh be sana!.. Bi Terör Örgütü'nün başıyım diyemiyorsun, delikanlılık yapamıyorsun! Burada eylem yapmış kaç kişi seni öve öve bitiremedi... Bi slogan bile atamadın!"
İBDA ile İBDA-C arasındaki fark ve "kendinden zuhur" bahsi ile ilgili "anlamak için sordukları sorulara da, "ben orada 41 tane kitab yazmışım, okuyun!" deyince, Bahri, şu tersine harika cevabı verdi:
-"Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil. Buradan önüne ne giderse o..."
Bütün bu anlattıklarımdan da anlaşılıyor ki, ben, yakalanışımdan ve tutuklanışımdan sonra binbir türlü bayağılıkla aleyhimde yönlendiricilik görevi yapan basın bir tarafa, doğrudan adaleti ilgilendiren polis sorgusundan bu yana da "suçsuz olduğunu isbat et!" gibi hukuk dışı bir muameleye maruz bulunuyorum... Neticede: Yukarıda kendilerinden iktibaslar yaptıgım kişilerin yazılı ve sözlü düşünceleri gibi, ben de İBDA markası altında çeşitli mevzulara dair düşüncelerimi beyân ediyorum... Düşünce beyân edenle muhatabları arasındaki farkı da, her düşünce için geçerli olmak üzere, "ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam" sözüyle ifâde ediyorum...
( Dikkatimi çeken hususlardan biri de, ne MİT'te ve ne de Siyasî Şube'de, sorgulamayı yapanlardan hiçbiri, fikir plânında hiçbir şeyden haberdar değillerdi... İBDA-C örgütü diye bir davaya balıklama dalan adamlar, İBDA'nın kitabî yönünde tam bir cahil idiler... Adeta, mikrobu bilmeden doktorluk taslamak gibi bir şey... Bütün bilgileri, gazete haberleri çerçevesinde idi; ve gazete okuyucusu olarak devşirdikleri haberleri istihbarat yapmış gibi topluyor, bir zaman sonrada bunları İstihbarat Teşkilatı'nın çalışması diye basına veriyordu...)
İkincisi: Ugur Mumcu cinayeti... Cinayetten bir kaç gün sonra, Hürriyet Gazetesinde, yine "polisten alınan bilgiye göre" kaydıyla, Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olarak, benim ve 15 arkadaşımın gözaltına alınıp sorgulandığım yalan haberi çıktı... Uğur Mumcu'nun Avukat ağabeyinin ısrarlı takibleriyle işin hangi mecralara döküldüğünü ve nerelerde takıldığını biliyorsunuz.
Bir kısım kimseler veya örgütler eylem yapacak, hattâ mesela İBDA-C Fetih diye bir örgüt eylem yapacak, oraya bırakılan kağıt veya telefonla üstlenildi diye, -buraya dikkat edilsin, altını çizerek söylüyorum-, eylemci veya talimat veren olarak ben münasib görülüp, hakkımda böyle bir psikolojik hava oluşturulacak veya "suçsuz olduğunu isbat et" gibi bir davaya mevzu olacağım... Hukuk devletinde böyle bir şey olabilir mi?..
Savcılık iddianâmesi, eskilerin "muhayyelâttan terekküb eden kıyas" dedikleri şekilde, "o, o olursa, bu da bu olursa, netice şudur" kabilinden, benim "münasib görme" dediğim şekilde devam ediyor: "Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensublarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensublarının Kumandan kod Sanık İzzet Erdiş'e bağlılığı..." diye, örgüt mensublarının yaptığı eylemler faslıyla sürüyor... "O o olursa, bu da bu olursa netice şudur" da, o öyle değil, bu da böyle değil"; neticede de, ne legal ve ne de illegal hiç bir İBDA-C'nin lideri değilim... Bu çerçevede, beni suçlamak için, bana olan bağlılıktan bahsetmek, "suçun şahsiliği prensibi"ne aykırıdır. Nasıl ki, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e yakınlığı ve bağlılığı malûm üst katlarda oturan, katrilyonlara varan yolsuzluk ve cinayete varan sair suçlarda adlarının geçmesinden dolayı o suçlanamıyorsa ve sık sık "suçun şahsîliği prensibi"ni tekrarlıyorsa, "hukukta eşitlik prensibi"nden hareketle hiç tanımadığım insanların bana bağlılığından dolayı da aynı şekilde ben de suçlanamam... Bu misâl başa alınarak, sayısız misâl temin edilebilir.
Yakalanışımdan 5 ay önceye âit Savcılık hükmü hiçbir yasadışı ilişki içinde bulunmadığımı tesbit ederken, hâlihazır suçlamanın hülâsa olarak altını çizdiğim kısmı, netice olarak "olsa olsa budur!"cinsinden bir "münasib görme" işidir... Bu "münasib görme" işinin hukuk dışı olması bir yana, ölçüsü nedir? Niye şu değil de bu?
Mesele şurada: Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu-İBDA... Biri, eşya ve hadiseler karşısında ruhun "nasıl" tavrıdır; diğeri aklın "niçin" tavrı... Buna rağmen "o olmakla, ondan olmak" arasındaki fark gereği, İBDA'ya isnad edilen bir suçtan dolayı, Büyük Doğu suçlanamaz... Aynı yekilde legal veya illegal İBDA-C'lerden dolayı da, "o onu tanıyor bu bunu tanıyor" diye sorumlu tutulamaz... Eğer sorumlu tutulursa, ben de diyorum ki, "benim liderim Necip Fazıl'dır!" ... Üstadım'la Turgut Özal'ın teması malûm olduğuna göre o da örgüt üyesi... Şayet bugün bu iki ismin vefat etmiş olduklarını ileri sürerseniz, o zaman da, sağlığından beri Turgut Özal için "benim doğal liderim!" diyen ve onunla yan yana çalışması malûm Mesut Yılmaz'ı örnek gösteririm... Yani örgüt liderliğine niye onlar münasib görülmüyor da, "olsa olsa budur!" kabilinden bir yaklaşımla ben yasadışı örgütün lideri oluyorum?..
Aynı şekilde: Necib Fazıl'ın 1976'da başlayan ve Süleyman Demirel' in 3-5 bin adedini üst fiyatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu "Rapor" isimli kitab-dergide, Nisan 1980'den sonra 12 Eylül'deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım. Süleyman Demirel'in haftada veya onbeş günde bir telefon etmesi ve saygılarını bildirmesinin ve ara sıra dergiye siyasî çıkarı gereği para yardımında bulunduğunun şâhidiyim. "Kavgam-Necip Fazıl" adıyla günlük bir tarihçe şeklinde tertipleyerek basılan onun yazılarından müteşekkil bu eserimden, sözkonusu yakınlık süzülebilir... Buna nisbetle, niçin yasadışı örgütün liderliğine o münasib görülmüyor?
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vesilesiyle, münasib görme işinden başka, şu "kumandan kod" lâfına da açıklık getirme imkanını bulmuş oluyoruz... Şöyle: "kod" belirli bir göreve tahsisen veya -şifre gibi- gizlemeye dair işlerde kullanılır. "Lâkab" ise, asıl adından başka bir kimseye başkalarının taktığı addır... Süleyman Demirel'e 10-15 senedir "baba" denmesi malûm; ama hiç kimse, onu çok sevip sayıyorlar, görüşüyorlar, samimiler veya akrabalar diye, onların bulaştıkları katrilyonlara varan yolsuzluklara adları karıştığı için, "Baba"yı, mafya babalığına yormuyor, "münasib görmüyor"... "Kumandan" lâkabı da, bana 1980'lerde "Rapor" Dergisi çıkarken yakıştırılmış bir lâkaptır. Ortada hiç bir legal veya illegal hiyerarşi ve ilişki olmamasına nazaran, bunun böyle olduğu da açıktır...
Savcılık iddianamesindeki, "kurulacak Büyük Doğu İslam Devleti'nin Komutanı seçilecek olan Kumandan kod Salih İzzet Erdiş" sözünü de anlamış değilim... Necib Fazıl'ın "Büyük Doğu İdeolocyası" isimli eserinde geçen "Başyücelik Devleti" faslı, benim "Başyücelik Devleti" eserimde tahlil edilmiştir; ve orada, "Başyücelik Devleti"nin başının, "Başyüce" diye adlandrıldığı sabittir... "Kumandan", eğer bir görev ve hiyerarşi olarak kullanılıyorsa, bu "askeri bir görev" ifâde eder ki, hem "kumandan" seçimle gelmez, hem de "Devlet Başkanı" değildir.
Salih İzzet Erdiş
21 Şubat 2000
Etiketler:
DGM,
İbda,
İdam,
metris,
salih mirzabeyoğlu,
savunma,
t.c.,
tiyatro bitti
ÖLÜM ODASI . B - Yedi [1. Bölüm]
Salih Mirzabeyoğlu
…Böyle daldan dala tedâilerle
–Ahenk helezonu daralan boynuz–
Döllenir kelimeler kelimelerle
Sura üflenmeden önce soyumuz
KAFES
Evimin geniş ve uzun bir balkonu var… Mevcut tahta ve çıtaları kesip biçerek birbirine yakıştırdım ve pekâlâ bir parmaklık yaptım… Geçen sene (1992) sunta ve tahtadan çattığım çiçekliklerin yanına, çöpe niyetine yol kenarına atılmış büyük peynir tenekelerinden edinerek ve onları da kesip biçerek yeni çiçeklikler ekledim… Sonra, toprak ıslah çalışmalarım… Geçen seneki çiçeklerden kalma tohumları ve meyve çekirdeklerini ekmem…
Ellerim, hapçıların elleri gibi kesik içinde ama, emeğimden ve eserimden mesudum… Uğraştığım için, ruhumu teskin eden bir tarafı var… Tıpkı hâmile kadının, geçmiş doğum sancılarının hatırasıyla yeni bir doğum sancısından kaçınma tecrübesini andıran nafile bir sığınak gibi olsa da, söylediğim üzere bana nefes payı gelen bu çabadan mesudum!
l
Muhabbet kuşu… Kimbilir kimin evindeki kafesinden firar etmiş ve benim bahçeyle bir seviyedeki evin balkonuna konmuş… Lâtifeli bir dille söylersem; demek zevk sahibiymiş… Uyku mahmuru gözlerle çay ve sigaramı içmek üzere balkona çıktığımda, 13-14 yaşlarındaki komşu çocuğu Yalçın, “amca şu kuşu yakalar mısın?” dedi… Baktım, ayakları ve kanatları bir kafes imkânındaki sıçramalara uyarlı muhabbet kuşu… Bilmem yakalayabilir miyim?.. Neticede yakaladım… Kuşun zaten sahibi olmayan Yalçın, kendi malik olma arzusunu askıya aldı ve onu sahibleneceğim kesin kanaatiyle bana, hakkı olmayışına rıza tavrıyla baktı… Ama çocuk; bilmez miyim onun yüreğinin bir kuş gibi sektiğini… Balkondaki delikli bir çamaşır sepetinin altına koyarken, “kuş senin!” dedim.
l
Kimin olduğundan habersiz kuş, çamaşır sepetinin içinde, kafesteki alışkanlıkları ile hareket etmeye çalışıyor ama, tuhaf… Yanlamasına tel kafese yapışmaya uyarlı ayaklar, bizim çamaşır sepetinin yapısı karşısında başarısız… Kuşa kuşluğunu öğretecek değilim; lâkin bunun düşe kalka hareketleri bana çırpınan bir fareyi andırıyor… Böyle olmayacak… Acıyorum… Yalçın’ı tel kafes almaya yolluyorum… Ve içine bir gölge düşmesin diye tekrarlıyorum:
— “Kuş senin!”
Yâni kafes de!
l
Kuş gitti… Hâli ise gözümün önünde… Avuçlarımın içinde körük gibi inip kalkan göğsü, çarpan yüreği… Minicik gagasıyla, ümitsiz de olsa elimi gagalayıp kurtulmak istemesi… Kafese ilk girdiğinde, ürpertiden kabaran tüyleri… Aradan birkaç dakika geçmeden, birden canlanıp çevik hareketlerle şuraya buraya sekmesi ve yemlere yumuluşu… Emniyet ve güven hissi… Onu çok iyi anladım!
l
Kafes, insana hürriyetin aksi bir intiba verir; oysa muhabbet kuşu, benim hâlime nazaran bunun tam tersini ilham etti bana… Diyesim o ki:
— “Âlemde bâr olur hâlime bigâneler!”
Bâr: Yük… Yar?
l
Bu hâdiseyi yazmamın sebebi, çalışma odama “Ölüm Odası” diye bir isimle, bu isim altında bir eser yazmaktı. TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nde yerini alan bu hatıra, Kartal Cezaevi’nde Telegram seansları başladıktan sonra, devamı gelmeyen bir not almanın başlangıcı ve bana “Ölüm Odası” diye bir durumun hakikati olarak göründü. Orada, başlangıçtan bugüne kayda değer cümlelerden biri şuydu:
— “Bu, sanki bir modern büyücülük; ve robot insan imâl etme hayâl ve çalışmalarına mukabil, doğrudan doğruya insanı robotlaştırma işi…”
l
Sene 1993… Henüz “Hırka-i Tecrid” bile ortada yok. Bugün, Bolu F-Tipi Cezaevi’nde, durumlarına göre NYMPHA veya Mousa adını verdiğim aynı işi görürlerin nezaretinde, onlarla didişirken bu esere başlıyorum ve “Ölüm Odası” isminin tevafukları bana, sonsuz imkânlar tedaî ediyor. Buradaki Telegramcılar’a NYMPHA ve Mousa isimlerini takmam, Kartal’a göre bir yenilik; ve fikir, sanat, teknoloji, siyaset derken, BERZAH hakikatine vurulacak topyekûn dünya hâlinde bir genişlikte, onlar da son derece zeki, ne kadar da salak, bu kadar hainlik ve vahşet olur mu, alaycı, alay edilen, beni ve bendekini dağıtan, sonra kendi zekiliği imiş gibi bana hatırlatan, aslolan niyeti, övünmek gibi olmasın ama, benim çoğu zaman onlardan bir adım ileri durumumdan dolayı değişen, neticede; Üstadım’ın “çözdük her müşkülü derlerse de ki, sonunda VAR OLMA müşkülü kaldı!” hakikatini en canhıraş şekilde gösteren tipler. Onlar, sanki sihirbazın önündeki sihirli küre de, ne derlerse ve yaparlarsa yapsınlar, ben onları bütün bir bünyenin ifşacısı sivilce olarak görüyorum, durumu onlarda seyrediyorum.
l
Ne yazık ki, NYMPHALAR’dan başka şâhidim yok: bu esere ÖLÜM ODASI ismini vermemin sebebi, ebcedi MEHDÎ MUHAMMED’e uysun diye değil… Aynı ebcedte, MESCEN: CEZAEVİ!
l
Kafes: 240.
Faks: Ölmek. İfsad etmek: 240.
Mifsal: Dil, lisân: 240.
Masduk: Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş: 240.
Neyfak: Tilki derisinden olan kürk: 240.
l
NYMPHA ve Mousalar’ın Mitoloji’de ne olduğu, ESATİR ve MİTOLOJİ eserimizde geçti. Bu eserdeki mânâları, eser boyu gözükecek.
l
YEVMİYE: KOLTUKTA OTURANIN TASARRUFU
Üstadım’ın, Efendi Hazretleri’nin huzurundaki demlerinden:
— “Birgün huzurunda yemek yendi, yukarı çıktık… Karşımda bir hazır iskemle koltukta oturuyor… Hep orada otururdu zaten… Bir sükût ânı oldu… Diğer müridler de isterlerdi, ben geleyim… Çünkü ben konuşturuyordum Efendi Hazretlerini… Onlardan da epey vardı etrafımızda… İçimden bir his geçti: “Biz ne alçak adamlarız; her zaman böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz, kapıdan çıkar çıkmaz yine aynı kapkara adamız. Bir tasarruf lâzım bize; biz yapamayız, biz yürüyemeyiz. Bizi yakalasın ve yerinde oturtsun”… Ben böyle düşünürken –ki beni daima tesir altında kalmaya en müsait olduğumu hesabederek dinleyin– bir hâl geldi bana… “Aaa, n’oluyorum?” dedim kendi kendime… Bir acı, kalbimde; anlatılmaz bir acı hissediyorum, bağıracağım… Ve bu arada bir lezzet, dayanılmaz bir lezzet… Acıyla lezzet bir arada… Bir de başımı kaldırıyorum, bakıyorum ki, Efendi Hazretleri iki mübarek gözünü dikmiş bana bakıyor… Hemen teslim oldum orada… Kalbim –ki bir lastik çelik gibi çekiliyordu– yerine geldi o ânda… Ve şu mânâyı çıkardım: Sen mi tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin?”
l
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
Süruş: Cebrail. (Ruh, İNSAN) Melek: 566.
l
Kürsî: Taht. Koltuk. Kaide. Merkez. Vazife. Saltanat, kudret ve mülk. Başkent. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. Mânevî makam. ARŞ’ın altında bir sema tabakası: 290.
Fâtır: Benzeri olmayan bir şeyi yaratan. (Allah). Mübdi’: 290.
Kisra: Hükümdar: 290.
KIRMIZI KOLTUK
Üstadım’ı, arkası yüksek, yeni kaplanmış bir kadife koltukta, keyifle kurulmuş ve bana daima düşünme memnuniyetini, dünyada kıymete değer en büyük şeyin bu olduğunu ihtar eden, fikir için yaşadığım bütün pespaye şartlara rağmen beni daima motive eden bir sahne olarak daima hatırlarım; gerçek kıymetimin onun yanında olduğunu bilerek ve yaşayarak… Babıâli isimli eserinde geçen şu ifâdeler, lâfız hâlinde edebî bir anlatım değil, onun tâ kendisidir:
— “Dış dekor kaygısı bende o kadar köklü ve derindir ki, tek kuruşum olmasa ve imzaladığım maddî ve mânevî senetler yüzbini aşsa, derdimin çaresini ipekli bir halı veya şahane bir koltuk üzerinde düşünmek isterim. Çareyi ancak böyle bulacağımı sanırım. İlle de dış dekor, ille de konfor…”
l
Koltuk: 642.
Müretteb: Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konmuş. Tayin edilmiş: 642.
Musakkab: Delinmiş, oyulmuş: 642.
Müsakkib: Delen, delici, terkib eden: 642.
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU
Levha: 12 NİSAN 1988… Oturma yeri hasır olan, taştan bir koltuk… Oturma yerinde, oturak koyulabilecek bir DELİK var… Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin koltuğu böyle imiş… Mermerlerine bakıyorum, “Eskişehir” ve “Bursa” yazıyor… Harun Yüksel ve birinin haber vermesiyle, tarikate girmemle ilgili olarak yaptırmışım!
l
Eskişehir - Bursa: 596+712= 1308.
Şihab: Parlak yıldız. Kayan yıldız. (Bir âyette Allah Resûlü’ne böyle işaret edilmiştir.): 308.
Ashab-ı Bedr: 308.
Arvasî: 308.
Nisanmus: Birinci. NİSAN ayı: 308.
Gölgeler: 308.
l
Kun: Ard, arka. Son: 76.
Kun. (Kürtçe): Delik: 76.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1075= 76.
Siyah: 76.
Saye: Gölge: 76.
Bid’: Yeni. İlim, şecaat ve şerafette kâmil ve yegane: 76.
l
Sevd: Siyah. Sevda…
Seyd: Seyyid. Ulu kişi. Siyah…
Sud: Rengi kara olan şeyler. Sevdalar…
Suda’: Rahatsız etme, sıkıntı verme…
Suada’: Sıkıntıdan dolayı uzun uzun soluma…
Suadî: Topalak otu. Kust…
l
Kust: 169.
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin doğumu: 1169.
l
Farz: Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek. Yapılması zarurî, terki yasak ve günah İlâhî hüküm. Bir kimsenin başkasına hibe ettiği şey. Takdir ve beyan eylemek. Bir davaya mevzu ve esas kılınan husus. Delmek ve gedik açmak: 1080.
Heylele: “Lâ ilâhe illallah” demek: 80.
Sehaya: Beyin zarları: 80.
l
Mahlul: Delinmiş. Öbür tarafına işlemiş olan şey: 706.
Fikir Kahramanı: 706.
Hanedan: Peygamber sülâlesi. Soyca dindar ve asil aile: 706.
Veşt: Güzel: 706.
Esere: İhtiyar etmek. İkram etmek: 706.
Esere: En güzel eşyayı kendine ayıran: 706.
Cezzab: Çok cezbeden: 706.
Sevr: Öküz. Boğa burcu. Dünyayı taşıyan 4 melekten birinin ismi: 706.
Naznaza: Yılanın dilini çıkarıp hareket etmesi: 1705= 706.
Hâl-i siyah: Hususen yüzdeki siyah nokta, ben: 707= 1706.
Aktör: 707= 1706.
Zürkat: Mavi, mavimtrak: 707= 1706.
Tasvir: His ve mahsusata münhasır ifade. Bir şeyi söz ve yazı ile anlatma. Resim yapma. Resim: 706.
l
Havta’: Delik: 1076= 77.
Hakîm: Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatine vakıf olan. Hikmet mütehassısı. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. Tabib, doktor: 78= 1077.
İbda’: Allah’ın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. Misli gelmemiş bir eser meydana getirmek. Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek: 78= 1077.
Zeml: Yük yüklemek. Arkadaş. Atın ve davarın neşeli yürüyüşü: 77.
Cüda’: Ölüm. Mevt: 78= 1077.
Hapis: 78= 1077.
l
Taht: Hükümdarın oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı: 1400.
Milâdî 1980= Hicrî 1400.
Macuşan: Gemi. Boyanmış elbise: 400.
Şems: Güneş: 400.
Nişân. (Kürtçe): Yüzdeki benek, ben: 401= 1400.
l
Mütesakkıb: Ortası delik olan: 43.
Pehlev: Şehir. Medine: 43.
Bolu: Şehir. (Zahir olma. Süryanice’de su.): 44= 1043.
l
Abdülhakîm Koltuğu: 184+648= 832.
Meryem Sûresi, 29. âyet meâli: (Harun Aleyhisselâm’ın kızkardeşi Meryem suçlanınca.): Bunun üzerine Meryem, çocuğa işaret etti. Oradakiler, “biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?” dediler: 1833= 2832.
Mehd(î) Muhammed Salih: 832.
Hafıkan: Şark ve garb: 832.
Muayenehâne: 832.
İnfaz: Sözünü geçirme. Aldığı emre göre birini öldürme. Öte tarafa geçirme: 832.
Tebkit: Tekdir etme. Delille susturma: 832.
Tektib: Yazdırma. Askeri bölüklere ayırma: 832.
HAKÎM İSMİYLE DUA
Hadîs’te buyurulmuştur ki:
— “Allah kendisine dua eden kulunun
hoşuna gidince sesi
ondan yüz çevirdiği için değil
ancak kulunu sevdiği için
kabulü geciktirir
tâ ki kul - tekrar etsin duasını!”
İşte bunun için - İsâ Aleyhisselâm duasında:
— “Sen Azîz ve Hakîmsin!”
Allah’ın HAKÎM ismini zikretti
Hakîm - her şeyi yerli yerine koyan
Hakk da sıfatıyla hakikatlerin gerektirdiği
ve onların istediği şeyden ayrılmaz
şu hâlde HAKÎM
tertibi en iyi bilendir!
İSTANBUL - BOLU
Bizanslılar döneminde, merkezî şehir ve şehrin merkezi olarak, Konstantinopolis-Konstantinopol; Konstantin’in şehri. Fatih’in şehri fethinden sonra, İslâmbol ismi deyişinden, İstanbul’a döndüğü söylenir. İstan-sitan; mekân… Buna göre, İslâmbol, İslâm “bol-pol” olarak “İslâm şehri” iken, İstanbul’a dönüşünde “şehir mekânı” olmuş. Neticede, “polis-pol-bol-bul”, şehir mânâsının ek olduğuna ses uyumları hâlinde değişerek birleşirken, “bol” ve “bul” kelimelerinin Türkçe mânâlarıyla da anılır olmuş. Bu çerçevede, Bolu’nun da mânâsı anlaşılıyor.
l
İstanbul: 550.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1549= 550.
Semud: Salih Peygamber’in kavmi: 550.
Kıyamet: 551= 1550.
BERZAH - İSTİKBÂL İSLÂMINDIR
İstikbâl İslâmındır: 980.
Şeriat: 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.
Teşri’: Yolu açık ve vâzıh kılmak. Şeriate isnad ve nisbet eylemek: 980.
Temsil: Bir şeyin AYNI’nı veya mislini yapmak. Teşbih etmek: 980.
l
“Allah, nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de!”; Allah’ın vaadi böyle. İmâm-ı Rabannî’den, Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye gelen çizginin mânâsının, Hazret-i İsâ’ya bitişikliğinde tecelli eden bir berzahta yol alıyoruz.
l
Berzah: Âidiyeti bakıldığı taraf olan, bir perde, bir geçit, bir ayna… “Abdülhakîm Koltuğu”ndaki DELİK, bana BATIN ile ZAHİR arasındaki BERZAH’ı hatırlatıyor. OL emri ile OLUR arasındaki dolaysız ve vasıtasız AYNI… Birdenbire zuhur!
Kün: Ol emri: 70.
Ayn: Göz. (İNSAN, Allah katında bakan bir gözbebeği gibidir.) Pınar, nehir. (Mecazî olarak ruh için de kullanılır.) Zât. Kavmin şereflisi. Eşyanın hakikati. Tıpkısı. Muayene etmek. Bir harfin ismi ki, ebcedi: 70.
l
EMR ÂLEMİ, Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, ancak “kün-ol emri” ile meydana gelen herbir şeydir. EMR ÂLEMİ, Mutlak Vücud’a izafetle ikinci sebebtir. HALK ÂLEMİ’ne nisbetle, birinci sebeb. Tahkik ehli, HALK ÂLEMİ ile “Kün” emri olmaksızın, EMR ÂLEMİ’nden meydana gelen herbir vücudu kastederler. Bütün yaratıklar, ruh ve nefsin neticesi oldu. Zira Allah, RUH’u hiçbir sebeble değil, ancak Zâtı’nın zâtiyetiyle izhâr etti; RUH’un EMR ile işaret olunması bundandır. Gayrını da RUH ile izhâr etti ki, HALK da bundan ibarettir… HALK ÂLEMİ, sanki EMR ÂLEMİ’nde vücud bulanın zuhur imkânı sıkıntısını gösteren bir kuvvetin neticesi olarak vücud bulan. Rüyâmdaki koltuğun deliği de, sanki bu mânâya bir mecaz.
l
EL-HAKÎM; Allah’ın ismi… ABD-ÜL HAKÎM; Hakîm’in kulu, Allah kulu… Demek ki Abd-ül Hakîm, en başta Allah Sevgilisi’nin bir sıfatı; bir sıfat ismi de HAKK olan O’nun. O, Muhammedî Sır olarak, topyekûn varlığın KADER SIRRI’dır; topyekûn varlık İNSAN’da, İNSAN da O’nda toplu.
l
Üstadım, Efendi Hazretleri için bir Noktalama’da, “Düşünün ben ne yüksek bir rütbenin tutkunuyum — O’nun kulunun kölesinin kuluyum!” diyor; bu mânânın ne olduğu yukarıda izah edildi. Sözkonusu mânâ çerçevesinde, “kâfir de, istese de istemese de, tersinden gerçekleştirici” hakikatinin, her mevzu için geçerli bir hikmet olarak, “madem ki ben varım, bu dava var!” diyebilene âit olduğunu, onun hayatından bir kesitle ve İSTİKBÂL İSLÂMINDIR’a ilgi içinde görelim. Kendi ağızlarından, İSTANBUL’a geliş hikâyesi.
ERMENİ MESELESİ
İstanbul’a 1335 (1919) NİSAN ayında geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini bilmeyen aile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yadigâr kalsın… Şöyle ki: Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idaresindeydi. Nihayet Hakkâri vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbi’nin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek onları istilâ ederken, vatandaşlarımız Ermeniler silâhlandılar ve Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamıyla soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, aile efradımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra İlâhî inayet eseri olarak kasaba geri alındı ve ailece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. O sene Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesadüf eden Receb ayının birinci günü akşamı, düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere düştük. Mayıs’ın 12. günü evlerimizi, akaretlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, camilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van taraflarını işgâl altına aldı. Van’ın şimâl cihetinde bulunan bazı Keldânî aşiretleriyle Ermeniler ayaklandılar ve dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere güney-batı istikametinde bir hicret yolu aramaktan gayri hiçbir tedbir düşmez oldu. Bu istikamete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte, çoğu kadın ve çocuk o kadar insan birikti ki, birkaç ordu kadar kalabalık belirtiyordu. Eli silâh tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cebhede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-baba günü manzarasıyla müdafaasız kimselerden ibaretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlardan bu müdafaasız küme iki kısım olarak, biri Musul istikametinde çekilirken, öbürü civar kasaba ve köylere sığınmayı tercih etti. Ermeni fedaileri bu perişan muhacirleri takib ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı topluyorlardı. Zaho’nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hattâ hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükümet o günün parasıyla muhacirlere adam başına 3 kuruş tahsis ettiyse de uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve ancak üçte birini muhacirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Böylece muhacirlerin yüzde sekseni mahv ve telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde iş bulabildiler. Bizimle beraber Givardan Şemdinan’a ve oradan Ravandız’a kadar tam 29 gün ihtiyar kadınlar, küçük çocuklar, ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip Haziran’ın birinci gecesi Ravandız’a hepimiz aç olarak girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 40 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylül’ün 2. günü Erbil’e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrahim Efendi’yi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler Hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. O sene Kurban Bayramı’nın arefesine rastlıyan Ekim ayının 9. günü Musul’a vardık. Musul şehrinde bazı ileri gelen Müslümanlar’dan gördüğümüz yardım ve iyilikleri ancak Allah’ın ilmi ihata edebilir. Gavs-ı Âzam Hazretleri’nin civarında sakin olarak Bağdad’ı yurt edinmek emelindeydik. Fakat o civarda İngilizlerle muharebe azgın hâlde olduğundan Musul’u bırakamadık. Bağdad’ın istilâsında hicretimizin ikinci yılı ve Musul’da ikametimizin 18. ayı dolmuştu. O sıralarda kıtlık şiddetlendi ve bize yeniden yol göründü. Nüfusu 150’ye varan ailemizden bakiye 66 kişiyle Adana’ya geldik. 18 ay kadar da Adana’da yerli din ve ilim adamlarının yardımlarıyla geçinerek ömür sürdük. Haleb’in düşman eline geçmesi üzerine Adana’nın da düşmesi ihtimâline karşı bu defa ailemizden Adana’da toprağa verdiklerimizin haricinde 29 nüfusla ESKİŞEHİR’e ulaştık. 1335 (1919) yılı NİSAN’ın ortalarında BURSA’ya gitmek üzere İSTANBUL’a geldim. O zamanın Evkaf Nazırı tarafından Eyüp Sultan’da Yatılı Medrese’de barındırıldık. Perakende aile fertlerini Allah’ın inayetiyle orada toplayabildim. Böylece İSTANBUL’A DAHA EVVEL BİR HESAB SAHİBİ OLMAKSIZIN İLÂHÎ SEVKLE GELDİM ve yıllarca süren mihnet ve meşakkat devresini kapatmış oldum. Bütün bunlar, Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislâmlığı zamanına tesadüf etti.
Etiketler:
b yedi,
İbda,
işkence,
kemalizm,
ölüm odası,
salih mirzabeyoğlu,
şantaj,
telegram,
zihin kontrol,
zulüm
RİTMİN GÜCÜ VE RİTME DAVET -kitab-
CEVAD ÜLGER KARAMEHMEDLER
(Giriş)
İBDA UNSURU
- I -
İBDA'ya yol veriş bünyesini tahlil edecek olanlar, onda üç unsur göreceklerdir.
Birincisi, Necip Fazıl...
İkincisi, Muhammed Şerif…
Üçüncüsü, Cevat Ülger (Karamehmetler)...
- II -
İpek gibi yumuşak bir taze havasiyle, hep kanat altında esirgenecek içli anne dokusu; benim zaafım! Bu, yemeğin tuzu biberi.
Necip Fazıl, ruhum... Duydum, düşündüm, yaşadım, yazdım.
Muhammed Şerif; muhatabını mevzuunda boğan çarpıcı buluş zekâsı, cedel tarzı ve yumruk tavrı... İlk gençliğimde ve karşılıklı duruşta, çocukluğumdan gelen bir birikimle adelelerimi patlatacak kadar şişiren... Ya öl, ya şu yüksekliğe zıpla ki, yaşa dercesine!
Cevat Ülger (Karamehmetler) ise, gören göz hakkiyle, doğrudan kavranamayanı gören gerçek sanatkâr... Burada asıl üzerinde duracağım o.
- III -
Beni Allah'ın izniyle sırat köprüleri üzerindeki imtihanlardan geçiren ruh, mayamın hangi yönlerinde tecelli ettiği sorusunun cevabını, bir kara sevda ikliminde ikinci ve üçüncü unsurla hesaplaşma süresinde bulur:
Soluk ve ölü bir zemin üzerinde tek renk, dinamik değil de statik, «filim» değil de «fotoğraf» vasfıyla Seyit Ahmet Arvasi Bey'in «Kendini Arayan İnsan» isimli eseri hariç, kıytırık soyu muharrir ve sanatkârlar panayırında, bu panayırın mevzu ve malı olmayan görünüşleriyle ikinci ve üçüncü unsura kök saldım.
Gölge I, Gölge II, Akıncı Güç, Rapor, Gönüldaş çizgisi boyunca, gereken yerde gerekeni yapan ve her görünüşü hadise olan İBDA, sırf bu yüzden dişi bünyelerin kıskançlığını çekerken, demek oluyor ki ikinci ve üçüncü unsurla yürüyüşünü ilân etme durumunda.
Mevzuumuz Cevat Ülger (Karamehmetler) olduğuna göre, onu en kısa ifadeyle, İBDA keyfiyetini temin eden en has unsurlardan biri diye ifşa ederim.
- IV -
Yürüyüşündeki manayı isim olarak alan İBDA, nakşını görmek istediği mekândaki mimari heyecanı, Cevat Ülger (Karamehmetler) in eserlerindeki şahsiyet edasına terennüm ettirir.
- V -
Ruhunu eşya ve hadiselere hakim kılma rüyasını gören her inkılâpçı, bir plâstisite iştiyakı içinde bunun ustasının ihtiyacını duyar; Osmanlı’nın zirve döneminde fışkıran Mimar Sinan gibi.
Hitler’in, Yeni Berlin ve Almanya hayalinin kabartmasını ısmarladığı mimarın, onun en yakın adamlarından oluşu misâli...
Demek ki, Cevat Ülger (Karamehmetler), İBDA keyfiyetine vesile unsur olmadan önce, gelişen bir bünyenin giyeceği elbise gibi İBDA fikrinin mimarîsini peşinen hazırlayandır. Ruhunu bekleyen kalıp, aradığını buldu.
- VI -
Büyük Mimar, Çağdaş Sinan… Yeni malzeme ile eski mimarînin hayatiyetini devam ettiren ve erbabına göre malzeme avantajıyla bazı noktalarda Mimar Sinan'ı aşan gerçek sanatkâr.
Şahsiyetinin verdiği ilham bahsinde, sadece, dünya çapında bir fikir tezgâhını temsil eden İBDA'yı göstermek yeter.
- VII -
Cevat Ülger (Karamehmetler) in yazılarını tertiplerken, televizyonda «iz bırakanlar» diye bir dizi vardı. (1984)
Sümüklü böcek de iz bırakır! Dava iz bırakmakta değil, onun keyfiyetinde.
Ve çoğu, keyfiyet ölçüsüyle sümüklü böcek cinsi adamlar söz konusu edildi de, 60'tan fazla eser sahibi mimarımız yok!
- VIII -
Albert Camus, yazarın tanınışıyla eserin tanınışı arasındaki farkı izaha benzer bir mektubunda, yazar olarak tanınmak için kitap yazmaya ihtiyaç olmadığını, gazete köşesinde onun «şu kitapların sahibi» diye tanıtılışıyla, okuyucunun onu kitabını bilmeksizin tanıyışını, aslında bunun tanınmayış olduğunu söyler.
«At ölür meydan kalır» misali, yokluğu bir keyfiyet boşluğu doğurmayan yazar ve sanatkarlar ordusu içinde, eserinin dikilişi ve kıymetine mukabil ismi gölgelenenlerin başına Cevat Ülger (Karamehmetler) konulsa yeridir.
— «Şu cami ne kadar güzel!»
— «O mu? Mimar Sinan'ın!»
Bu, Cevat Ülger (Karamehmetler) in eserinin haysiyetini gösterir diyeceksiniz. Öyle!
Ancak, gerçek sanatkâra gösterilmesi gereken ve onu lif lif açarak bizzat kendi haysiyetini heykelleştiren dava anlayışı, onun semtine uğramadı. Nerde kaldı ki televizyon!
Konferanslar serisiyle Anadoluyu baştan başa ayaklandıran Necip Fazıl, hakikati görmemek için kıçını dönen, böylece gördüğü hakikatin ezikliğini yaşadığını ifşa eden basının tavrını kapak yapmıştı:
— «Üzerimize bir milyon ton sükût külü döküyorlar!»
Cevat Ülger (Karamehmetler) karşısındaki, müslüman ve sanatkâr veya yazar geçinen çevrenin tavrı ise, düpedüz şapşallık!
Her şahsiyetli sanatkârın kaderi midir nedir, bu şapşallığın hainlikle elele görünüşü de bizde tecelli etti!
— «Ondan bahsetmeyin, ismini söylemeyin, tanımayın, anmayın!» Deseniz ki:
— «Allah aşkına bunlar insan mı?» Derim ki:
— «Bu sözün de ancak insanı incitir!»
Ve, onları incitemeyeceğimi bile bile, bizzat Büyük Doğu Mimarınca yakıştırılan
sıfatlarını saydıktan sonra eklerim:
— «1975'den beri ite ite şapşallığınızı sergileyen ve gecekondularınızı yıkarak fikir, fiil ve sanatta ufuklar açan beni, Necip Fazıl'ın vefatından sonra gömmeye çabalarken, tezadı içinde bir ahmaklıkla tanımıyorsanız, yollarda benim bırakıp sizin konduğunuz «değişik» parsa hakkı için, annenize sorunuz! Çocuk babasını tanımıyorsa, suç anasının!»
Kaderin, Cevat Ülger (Karamehmetler) çapında bir sanatkârı bana yakın kılması ve bir ikisi hariç yayınlanacak vasat bulamayıp 20 seneden fazla pinekleyenleriyle beraber yazı dosyasının bende kalması, zevken idraka mevzu ayrı bir dava! Onun şansı olduğu kadar, benim de şansım!
- IX -
Cevat Ülger (Karamehmetler) bende, surat tanımayı adam tanıma zanneden dışyüz kekemeliği değil, kendisinde doğrudan doğruya ruhumu seyrettiğim bir şahsiyet ifadesidir.
Görüneni görene nisbetle değerlendirirseniz, eserlerimizin haysiyetini o şahsiyete şahit diye gösterebiliriz. Demek ki bu ölçü içinde, okuyucunun göreceği yazılardan daha fazla birşey ifade ediyor benim için... Bu yüzden de o yazılar, şahsiyetinin okunmuş yönüyle bitişik, ayrı bir değer kazanıyor.
Dikkat ediliyorsa, eserlerimizin haysiyetini şahit tutarken, iki türlü sahteliğe set çekiyorum:
Birincisi: Bir sürü şapşal tip arasında, dikkat bile edilmeden göründüğü gazete çevresi de dahil, öldüğü gün cismiyle beraber ismi de kaybolan keyfiyetsizlere lâyık bir şekilde «boyacı küpü» nden çıkmış lâflarla «iş olsun» kabilinden anılışı hariç, onu mesele olarak ortaya süren, benden başka kimse olmamıştır ve halâ yok!..
Etkimin doğrudan veya dolaylı neticesi halinde Anadolu'da şahit olduğum Cevat Ülger (Karamehmetler) alâkası, şimdilik Necip Fazıl takdirine dönmediyse de, onu andırmaktadır.
— «Pek imanlı insandı!»
— «Evinde yerde otururdu!»
— «Elini dikti!»
İçlerindeki iyi niyetliler hariç, bana onu tanıtmaya yeltenen yakını (!) kerestelere baktığım zaman, Cevat Ülger (Karamehmetler), alışkanlıklarının devamını İslâm diye yutturmaya kalkan tıknefes bir kereste gibi görünüyor... Bu tipin rahatlık gösterisi yaptığı mevzular da, umumiyetle yüzsüzlük ve görgüsüzlüktür.
«Bir yamyam kabilesinden askeri deha çıkmaz!» diyen mütefekkir, bu sanatkârın fışkırdığı çevreyi görseydi, herhalde hayıflanarak eklerdi:
— «Çıksa ne olacak?»
İkincisi: İşin rizikosuna girilirken, «kim tanır onu?» ifadesiyle onun albümünün yayınlanışına yan bakanlar, aslında onun keyfiyetini temsilden uzak karikatürlerin, senelerce yayınlandığı gazetenin 20 – 50 bin tirajından bağımsız mânâda bizde keyfiyete büründüğünü görünce, «yağlı bir kemik daha» niyetiyle sulandılar! Hiç olmazsa, tarafımızdan ifşa edilen keyfiyete malikmiş görünmek!
Bu iki sahteliğe set çekerken, hem tanıdım zannedene hiç tanımayandan daha zor anlatma sıkıntısına düşmemek, hem de sahici insanlarla gerçekleşecek bir rüyanın tesiri içinde hareket ediyorum; izahlar bunun için...
Şu:
İtalyan’ların Mikelanj için yaptıkları televizyon dizisi gibi, Cevat Ülger (Karamehmetleri), eserleriyle beraber mânâmızın bir ruh kesiti halinde vermek! Gerçeği tiyatrolaştıran bir biyografi usulü...
- X -
Adamı diriyken değil de ölünce sevmek veya sahip çıkmaya yeltenmek, ceset mezara girdikten sonra ziyafete üşüşen kurtçukların işi... Kıytırık muharrirlerin ve kereste sanatkârların. Benim işim değil!..
Ölüyü hayırla yadetmeyle, arkasından «sahte güzelleme»ler düzme arasındaki farkı anlamayan şapşallıksa, hiç değil!
Cevat Ülger (Karamehmetler)... Boyu şu kadar, eni bu kadar... Her insan gibi, yedi, uyudu, gezdi, kızdı, haklı oldu, haksız oldu. Öyleyse?
Bir açık oturumda kafa yapısı çopur suratına uygun şaire, Necip Fazıl dolayısiyle söylediğim ölçü:
— «Şahıs, dedikodu için değil de, fikir ve sanatından dolayı sözkonusu edildiğine göre, herşey buna nisbetle değerlendirilir. Bahsedilecek menfilikler için söylenecek şey, öyle ol da öyle olma demekten ibaret...»
Daha önce «Demet»te, Cevat Ülger (Karamehmetler) için söylediğim söz:
— «Bu tip adamlar için özel mercek tutulur ve hikmet gözüyle bakılır!»
Demek oluyor ki, ölü ağlayıcılığıyla ölçü yoksunu olmaktan uzak bir yerde, değerlendirme liyakatinin göbeğinden konuşuyorum; bir sanatkârın ruhundaki hürriyet hamlemin sanat ifade eden verimi halinde...
Bahsettiğim ölçüler çerçevesinde, onun belli başlı ruh düğümlerinden birini, sahte güzelleme yapmamaya misal halinde vereyim: Para... Bu bahiste dertli ve sıkı.
Buna dikkat ediniz; para... Öz arayıcısı bir simyacı hüviyetini temsil eden sanatkâr gözünde paranın, bütün unsurları aşıcı veya kuşatıcı değeri dikkatten uzak olmasa gerek... Sahibolma isteğiyle, meçhule sarkmak arasındaki bir ayniyetin iki kanadında, Tolstoy ile Karamehmetler ve Necip Fazıl'la Dostoyevskiyi görüyorum.
Cimri değil, savurgan değil, alelade değil; dikkat çekici!
Paranın sırrîliği ile ilgili bir etüd yapsam, bu dört isim üzerinden yürürdüm.
- XI -
Başta sözkonusu ettiğim dava; ortalama anlayış ve zevk idrakiyle doğrudan kavranamayanı gören gerçek sanatkâr kumaşı...
Bunun üzerinde durmalıyız:
Ruha dolaysız bir biçimde birdenbire iniveren bedahet hissiyle, öyle bir güzellik idrakına malik ki, ruh yuvamda mevcuda değer değmez derhal «niçin»le zarflanıyor ve çoğu zaman fikirdeki bu tecrit, onun anlamamış bakışıyla tokalaşıveriyor!
Dikkat:
Ümmî başka, âmi başka... Ümmî, okuma yazma bilmeyendir; âmi ise, okuma yazma bilse de cahil. Okuma yazma öğrenmekle veya öğretmekle cahillikten kurtulunduğunun ilân edildiği bir memlekette, büyük İslâm velisinin, «ilim insanın cehlini alır, ahmaklığını almaz» ölçüsüne, kendinde obje davasına sarkan idrak soylusu nerde? İşte, yalnız bunların anlayacağı bir incelikle söylersem, Cevat Ülger (Karamehmetler) de sanat kumaşı, belirli bir yapının işlenmesiyle geliştirilmiş değil, doğrudan doğruya bir ruh fışkırışının iptidai halidir. Fıtratının aynı...
Bu ölçü içinde bakınca, benim tabiî halimin sonunda yüzyıl diyalektiğine yol veren ilkesi, «hikmet gözüyle bakılacak olanı bilmek ve bununla alâkalı şeyleri bedihi hükümler olarak alarak kurcalamak» doğrusu, en verimli yemişlerden birini Cevat Ülger (Karamehmetler) in şahsiyet tarlasından devşirmiştir diyebilirim.
- XII -
Bu eserin keyfiyetiyle ilgili bir incelik...
Yukarıda Cevat Ülger (Karamehmetler) in, varlığın varlıkla bütünlüğü içinde kavranışı ve ruha dolaysız bir biçimde birdenbire iniveren kıvılcım kapıcı kumaşına değindim. Delil, ispat, izah ve kıyas merdivenlerinden azade...
İşte bu eserdeki yazılarının doğuşu da, bir nevi ruh tomurcuklarının beliriverişiyle ele alınmış notlar kabilinden... Bu eserde demetlenen yazılarının dışındaki hadiselere bakan ve değerlendiren fikir ürünleriyle konferanslarına eğer bu gözlükle bakılmazsa, onun hakkında yanılınabilir. Çünkü «şıp» diye yakalayıverdiği bir meseleyi izaha yeltenirken, boşlukları doldurur, yani uydurur! Bütün dava, onun zevk bedahatiyle yakalayıverdiğini, ilmî ve fikrî bir tecritle zarflayabilmekte ki, böyle bir «peşin fikir»le başlama işi, netice onun yanlış olduğunu gösterse bile, insana yepyeni ve el değmemiş ufuklar açabilir; açtı!
Burada ayrıca, duyarak, düşünerek ve yaşayarak bir sanatkâra bakan göze dikkat ediniz ve bugün ordu çapına ulaşan kereste yığını sanatçı ve fikirci geçinenlerle, Cevat Ülger (Karamehmetler) şahsiyetini ve onu değerlendiren göz hakkını, hak ve hakikat namusuna tercüme ettiriniz!
- XIII -
Şahsının aynı halinde, ilk çağ Yunan filozoflarından birine ait ve Charles Baudelaire'in ağzından öz hüviyetini ifade edici bir söz:
— «Hayat kısa, sanat zor!»
Müthiş!
Bu müthişin «feci» vasıflısı da var ki, sanatı dünyanın en beleş işi yapan dangul dungul adam sürüsünün «sümük keyfiyetli» görünüşü...
Kelâm sanatının dışında ve şiirini taşla örgüleştiren Mimar Cevat Ülger (Karamehmetler) in, bu eserdeki temas ettiği meselelere dikkat edilirse ve bunun kesbî (çalışma ile) değil vehbî (kendiliğinden) oluşu nazara alınırsa, araştırmadan önce de «hayat kısa, sanat zor!» hikmetinin kokusu duyulur. Bir sanatkâr dokusunun en tabiî hassasiyeti bile, onun antenlerini nerelere sarkıtıyor!
Bir de, bizzat işi tefekkür, tahlil, terkip, tecrit gerektiren kelâm sahasını, bu sahayı duyguya tercüme ettiren kelâm sanatını ve sanatkârını, ne olmak ve nasıl olmak noktasından düşününüz!
Fikri sanatından, sanatı ise fikrinden cüce olanlar panayırında, bu görünüşü vasıflandıran ve daha 1980'de «ne şair var ne şiir!» çığlığını basan biz, bugün sağı ve soluyla kabul edilen bir hükmün ifşacısı olma hakkıyla bildirelim ki, hemen bunun yanına da durumu eşitlemek isteyen sahtekârlarca karargâh kuruldu!
Solcu şairlerden biri, «usta» sıfatıyla bunun tersini ifade ederken şöyle buyurdu:
— «Bugün şair, aydının ilgisini bekliyor!» Bize sorarsanız, kendi «konsept-derinliğini» bulmuş ve hudutsuzluğa geçit verici «nadide» şair şöyle der:
— «Bugün şair, aydının ilgisini değil, doğrudan doğruya aydını bekliyor!»
Bekliyoruz!
O, limonu tadından tanımak gibi bir tabiîlikle anlar ki, sanat, hayatın kapsamının genişliğince geniş bir mekânda zamanın nabzını tutan mimarî cehddir ve sanatkârlık, iş ve verim sahalarının öncü özü olarak, nal toplayanlar sınıfının işi değildir!
«Bugüne kadar dünyadan iki mimar geçti... Mimar Sinan ve ben» diyen Courbosier, bütün sanatları birlik içinde düşünmek gerektiğini söylerken, hem sanatın ne olduğunu, hem de hayat önünde zorluğunu belirtmiş olur.
Ve, Cevat Ülger (Karamehmetler)...
Mimarî merkezi etrafında, ressam, karikatürist, Ankara Radyosu Bağlama Takımında çalacak kadar müzik kültürü olan, Klasik müziğimiz ve Batı Klasik müziğinde ergin bir zevk sahibi olarak bana tefekkürde malzeme verecek kadar çarpıcı hükümler sahibi bulunan, çocuk psikolojisini derinden sezen ve kültür emperyalizmi bahsinde hiç kimsenin göremediklerini görüveren, otururken, susarken, konuşurken ve bütün aleladelikler içinde gören göze varlığıyla mesaj veren… Mühendislikten makineye, çocuk oyuncaklarından halı dokumaya kadar geniş ilgi sahası. Fikirde, en kesin hükümleri bile, elinin tersiyle ve çoğu zaman farkında olmadan deviriveren bir mizaç. Ve taşla ahenk kurucu olma sıfatından olsa gerek, ahenk keyfiyetini en çarpıcı bir zevk seviyesinden tadarak bir anda değer biçen... Bu yüzden Divan şiirimizin ustalarından okuduğu şiirlerin nasıl ruhunuza sindiğini, cereyan veriliyormuşcasına duyardınız. Benim şiir kumaşımda müthiş uyarıcı etkisi, onun duyarak bu okuyuşundan olmuştur! Kendi yaşıtlarından başlayarak gelen «çocuk sanatkârlar» keyfiyetinin karikatürize edilişi de, bendeki en büyük etkilerinden! İşte adam, işte adamcıklar! Hele onun dil hassasiyeti...
Ruhumu Necip Fazıl’da bulduysam, «plâstisite» zevkini, heyecanını ve davasını onunla idrak ettim!
- XIV -
Birkaç kelimeyle bu eserin tertip şeklinden de bahsetmeliyim...
Paris'den tüten sıkıntıyı ve aşıladığı melankoliyi nesir tarzında ve şiir tadında veren bir kitabının takdimi makamındaki mektubunda Charles Baudelaire şöyle der:
— «Bu küçük eserin başı, kuyruğu bulunmadığını söyleyenler biraz haksızlık etmiş olurlar. Öyle ya, bu eserde herşey aynı zamanda hem baş, hem de kuyruktur; tersine, ardarda alınsalar da bu böyle, öbür türlü ele alınsalar da böyle. Bir düşünün lütfen, bu düzen hepimize, size, bana ve okura ne güzel kolaylıklar sağlayacak. İstediğiniz yerinden kesebiliriz; ben düşümü, siz müsvetteyi, okur da okumasını...»
Biz de deriz ki, her bölümü ve her bölümdeki müstakil parçaları ayrı ayrı ve düzensiz olarak okuyabilecek okuyucu, yine de eserin iç sesinin bütünlüğünü duyabilecektir. Ancak yanlış anlamaya yol verebilecek bir tehlikeyi peşinen haber vermek gerek:
Her soylu ve çileli fikir ve sanat adamı, ilahî memuriyeti gereği çağından erken doğmuş ileri bir ruh mayasının sahibi olarak, idealle, içinde bulunduğu vasatın gerçeği arasındaki çelişmeyi yaşar. Ve, kaide olmasa da umumiyet itibariyle, muhatapların bönlüğüyle kendi emeğini karşılaştırdığı zaman, biricik gıdasının hüsran olduğunu görür. Bu çaba niye? Her şeyden önce hakikati öğrenme nimetini haketmeyen ve bu liyakatten yoksun adamlara, değil vermek, saklamak lâzım! «Kendini beğendirme isteği» denecek ise, kendini beğendirmek istediğin keyfiyete bak, bu kolunun kanadının kırılmasına yeter! Şöhret, şu, bu... Bunlar civcivlere ve bönlere mahsus iş ve bakış. Hiçbir gerçek sanatkâr ve fikirci yoktur ki, kendi varoluş hakikatiyle isminin görünüş şartı bitişik olmasın. Dikkat edilsin: Bugünkü kereste yığınlarını niçin böyle değerlendirdiğimin ölçüsünü de veriyorum... Yine bu bakış içinde bir değerlendirme ölçüsü: Allah inancına dayanmadığı müddetçe, soylu ve gerçek bir kumaş sahibinin susması veya çıldırmasından başka yol yoktur! Susana veya çıldırana kadar hesaplaşması ileriye gitmemiş Allahsız sıhhatliler de, aslında bönlüklerinin ifşacısıdırlar. Dostoyevski buna yakın mânâda, sanatçının kaderine temas eder:
— «Kendi kendine konuşmak delilik ise; şu ortamda yine de yazmak, kendi kendine konuşmaktan başka nedir ki?»
Bunca izah boşuna değil... Daha önce temas ettiğim gibi, Cevat Ülger (Karamehmetler) in belirli bir yerde yayınlanması düşüncesiyle ele alınmayan bu eserdeki yazıları, doğrudan doğruya ruh patlamalarının ürünüdür ve rastgele kâğıt ve kağıt parçacıklarına hemen kaydedilmişlerdir. İçinde bulunulan anın hakkı! Meçhule savrulan kağıtlar!
Birgün niye yazdığını sorduğumda şöyle demişti:
— «Bu da ruhî birşey... Bir başlıyorsun gidiyor, sonradan yazayım desen de geçmiş olsun!»
Yani yazmamak, hamile kadına «doğurma bekle!» demekten farksız ve «niçin?» diye sorulursa, gayesi kendinden ibaret.
Böylece «niçin?» tertip bahsine lüzum gördüğümü de açıklama durumuna gelmiş bulunuyorum:
Herşeyden önce, kendinde hürriyet hamleme zemin bulduğum bu büyük sanatkârı, vefatından sonra ve iradî müdahalesi dışında değerlendirmek ve İBDA idrakini bu açıdan da verimlendirmek isterken, nebat adamların sahip çıkarken batırıcı kelliğine düşmemek şuuru... Bu yüzden kaç türlü gözlük taktığımızı ve kaç cepheden gösterdiğimizi takdir edin. Yazılar, mektuplar, dilekçeler, şunlar, bunlar... Eğer kendi kendinden ibaret kalırlarsa, elbiseden adam karakterini çıkarmaya kalkmak gibi pörsüyebilirler ve «o büyük bu muydu?» gibi şişirme adam intibaına yol açabilirler. Her şeyden önce Mimardı ve eserleri ortada. Şahsiyetine tuttuğum aynadan görülmek üzere yazıları da burada; düşünceleri, mücadeleleri, şahsî işleri vs... Neticede, çağdaş Sinan’ın ruh dokusunu çeşitli yönleriyle, basit ve giriftliğiyle veriyor, onun «bütün» terkibini tattırmaya çalışıyoruz. Çünkü o, toplum şahsiyetinin şekillenmesi için kuşanılması ve maledilmesi gereken ana karakter çizgilerinden biridir. Biriydi demiyorum, biridir!
Öyleyse, nereden isterseniz oradan okumaya başlayabilir, değerlendirme merkezimize yol bulabilirsiniz!
Aralık 1984 Salih Mirzabeyoğlu
...
ELEKTROMANYETİK MİKRODALGANIN VE ZİHİN KONTROL TEKNOLOJİSİNİN ASKERİ KULLANIMI
Dr. Armen Victorian
Lobster Magazine’den.
‘Bu zavallı iblisler ıstırap vermeyi ancak ruhunuzu kaybettiğinizde durdururlar.’
Psikotronik Çağ
Eski Sovyetler Birliği, Batı dünyasında psikotronik olarak bilinen, enerji biliminde ve psiko-enerji teknolojisinde uzun bir programlar tarihine sahipti. Son zamanlara kadar, bu teknolojiyi temellendiren başlangiç çalişmalarinin büyük çoğunluğu Batı’da yapıldı ve Sovyetler Birliği’ne kaçırıldı. Yıllarca Batı’nın bilimsel toplumu, Moray, Abrams, Hieronymous, Tesla, Dela Warr, Down ve Reich gibi kişilerin çalışmalarını önemsemeyerek, Sovyetler’e psikotronik silahlardaki durumlarını pekiştirmek için en azından 30 yıllık bir öncelik verdi. Brejnew, 1978 SALT görüşmelerinde, ‘ insan aklının kavrayabileceğinden daha korkunç ’ silahların yasaklanmasını önerdiğinde Başkan Carter’in önerilen şey hakkında bir fikri bile yoktu.
Pandora Projesi
Moskova’daki Amerikan Elçiliği 1960 dan 1965 e kadar orada çalışan Amerikalı personel arasında, Amerikan Elçisi’nin daha sonra ölmesini de içeren, çok çeşitli fiziksel ve zihinsel hastaliga neden olan elektromanyetik ve migrodalganin bir karişimi ile kuşatıldığında, Amerikan yönetimi psikotronik gerçeğine uyandı. Bir zamanlar Savunma Bakanlığı’nın Bilim Danışmanı, şimdi emekli olan, Dr. Stephen Possony bana dedi ki:
‘ Moskova ’daki elçinin ve diğer çalışanlardan bir çiftin, lösemi nedeniyle orada ölmesinden sonra orada ne olduğuna çok dikkatle araşrırmamız için ani bir emir geldi. Dev bir proje yürürlüğe girdi. Bu tümüyle PANDORA Projesi olarak bilinen hale geldi ve bu CIA’ yı, İleri Araştırma Proje Ajansı ( ARPA ) yı, Devlet Departmanı’nı, Donanma’yı ve Ordu’yu da içeren TUMS, MUTS, ve BAZAR Projeleri gibi çok sayıda paralel projeyi ihtiva etti. Bunlar yayılan Sovyet mikrodalgalarının hayvanlar ve insanlar üzerindeki etkilerini incelemek için görevlendirildi. Sonradan ‘ Moskova Sinyaleri ’ olarak adlandırılan elektomanyetik sinyaller, Moskova’daki Amerikan Elçiliği’ni her gün hedefledi. Kısa ‘ S ’ ve uzun ‘ L ’ spektromda bu sinyaller bazıları rastgele olan gelişme örnekleri ile karmaşık modülasyona sahipti. ARPA’nın 20 Aralık 1966 tarihli Çok Gizli notu bu projenin önemini gösteriyor. Tehtidin ne olduğunu belirlemek için Beyaz Saray, Birleşik Devletler Haberalma Heyeti ( USIB ) vasitasiyla, Devlet Departmani, CIA ve Savunma Bakanligi için de bir araştirma çalişmasinin yürütülmesi için direktif verdi. Ulusal Programin koordinasyonu “ TUMS ” kod adıyla Devlet Departmanı tarafından yapıldı. ARPA insan üzerinde düşük seviyeli elektromanyetik radyasyon etkileri bulunan potansiyel tehditlerden birisiyle ilgilenen tüm programın seçilmiş bir kısmında temsil edilmekte ve bunun üzerinde araştırma yürütmektedir. Bu not PANDORA diye adlandırılan bu programdan elde edilen ilk sonuçları özetlemektedir.
1976 yılında Devlet Sekreteri Henry Kissinger Amerika’nın Moskova’daki Elçiliği’ne Moskova Sinyali ile ilgili çalışmaların sonuçlarını özetleyen aşağıdaki telgrafı gönderdi.
Konu: Radrasyon ve Ultra Yüksek Frekans ( UHF ) ve Elektromanyetik Tehlikeler 16 Nisanda AFSA başkani John Hemenway AFSA’nin yönetim kuruluna aşagidaki raporu sunmuştur. 1960 dan başlayarak Sovyetler Birligi Amerika’ nin Moskova Elçilgi’ne akli kaybettirmeyecegi hesaplanan fakat personel üzerinde psikolojik etkilere neden olan yüksek frekansli radrasyon huzmesi gönderdi. Sovyetlerin çalişan personelde ( en azindan 1960 a kadar ) başarmayi hesapladigi etkiler, (A) Kırıklık - keyifsizlik, (B) Sinirlilik - alınganlık, (C) Aşırı yorgunluk - bitkinlik hallerini içermektedir. Bu zamanlarda Sovyetler neden olunan etkilerin geçici olduğuna inandılar. Daha sonra bu etkilerin geçici olmadığı doğrulanmıştır. Böyle radrasyona ve Ultra Yüksek Frekanslı / Çok yüksek Frekanslı ( UHF/VHF ) elektromanyetik dalgalara kesinlikle bağlanan şeyler: (A) Katarakt, (B) Kalp atışını etkileyen kan değişmeleri, (C) Habis urlar (D) Dolaşım proplemleri, ve (E) Sinir sisteminin sürekli gerginlği. Birçok durumlarda, sonraki etkiler ışın verildikten on yıl veya daha uzun süre sonra aşikar hale gelir.
1974 yılında V. P. Kaznacheyev ispat etmiştir ki, ölüm uzak bir mesafeden ultraviyole ışınlar kullanılarak nakledilir. Aynı yılda, bir Çek mühendis, Robert Pavlita böcekleri uzak bir mesafeden psikotronik cihazlkar kullanarak öldürebildiğini gösterdi. Amerikan Haberalma Servisinin raporuna göre Pavlita - güçlü ve kontrol edilemez heyecanlara, hastalık nöbetlerine, felce ve ölüme neden olacak kapasiteye sahip olan biri 320 km. diğeri daha uzun mesafeden etkili olan iki psikotronik silah geliştirdi. O zaman Pavlita’nın psikotronik üreteçlerin yapımı konusunda 30 yılık bir tecrübesi olduğu rapor edildi. Benzer işlerin delilleri Batı’da ortaya çıkmaya devam etti.
1979 yılında değişim programıyla Prag Üniversitesi’nde çalışan bir Amerikalı biyofizikçi fazla bir süre önce dedi ki, “ Benim varmamdan hemen önce bir Doğu Alman yüksek lisans öğrencisi süper iletken dalga klavuzu ( büyük bir hassaslıkla radyodalgalarını hedefleyen ve onları sıraya sokan ve soğutucu bir mahlutla soğutulan bir cihaz ) kullanan bir projede çalışırken öldürüldü. Asıl şaşırtıcı olan bundan sonra olandır. Sovyetler fizik laboratuarının tüm duvarlarını yıktılar, soğutma cihazlarını, dalgaklavuzlarını ve diğer donanım Çek- SSCB sınırı yakınındaki bir kaleye nakledildi ” . Biyofizikçi dedi ki, “ Projeye yardım eden diğer proföserlerden öğrendiğime göre birkaç ay sonra Sovyet bilim adamları bir kilometre ötedeki bir mesafeden keçileri öldürebilmişler ve keçilerin kafasının görünüş açisina bagli olarak iki kilometreden fazla bir mesafeden keçilerde yanlış yönlenme ve kapasite düşüklükleri etkilerine neden olmuşlardır ”.
Sovyet ‘ Ağaçkakan ’ sinyali. ‘ Moskova Sinyali’nden sonra Amerika’da alarma neden olan ve ‘ Ağaçkakan ’ sinyali olarak adlandırılan ikinci Sovyet aktivitesi ilk olarak 1975 in sonlarında keşfedildi. Ülkedeki 21 MHz. de yayın yapan radyolarda toplanabilen bu yüksek frekanslı sinyaller bir ağaçkakanın çıkardığı sesler gibi ‘ tak, tak, tak ’ seslerine haizdi. Bunların kaynaklarının en sonunda Riga, Latvia’daki üç istasyonda izi bulundu. Yayılan sinyaller 7-7,5 Hz olan yerkürenin doğal zemin elektromanyetik alanından 25-30 defa daha kuvvetli olabilmekteydi. Dünyadaki memelilerin beyni tabii olarak 7-7,5 Hz. lik frekansla yüklüdür. Fakat memelilerin %25 nin beyinleri Ağaçkakan sinyallerinin 10 Hz. lik modülasyonlarıyla etkilenebilir. Sıra ile bu modülasyonlar doğrudan insan beynine yollanacak bir mesaj tipini taşimak için adapte edilebilirler. Yayın frekansında olduğu gibi yayınlanan pulsun karakteristiğinde sık sık vuku bulan değişmeler birilerine bunun uzaktan kontrol veya telemetri için kullanılabildiği fikrini verdi. Bununla birlikte Savunma Haberalma Servisi tarafından toplanılan istihbarat gösterdi ki; ‘ Ağaçkakan ’ Sovyetlerin - ufuk - radarı ( OTHR ) üzerindeki geliştirmelerinin ilk teşebbüsleriydi. Ilk radar sitesi 1975 yılında inşa edildi. Atölye testleri başladi ve birkaç yıl sürdü. Elektromanyetik sinyallerin Kutup İyonosferi’nden geçerken zayıfladığı ortaya çıktı. Atılan 10 füzeden, radar yanlızca birkaçının keşfini ( bulunmasını ) garanti eder. ‘ Ağaçkakan ’, daha sonra Bilimsel Araştirma Enstitüsü ( N I I )’nın direktörü olan, baş tasarımcı F. Kuzminsky’nin beyninin ürünüdür. Kuzminsky ile bir teknik bilim danışmanı olan Vladimir Ivanovich Markov arasındaki güç mücadelesi projeyi bir durma noktasına getirdi. Sistemin problemlerini açıkca çözmesine rağmen, Kuzminsky Sovyet rejiminin desteğini almayı başaramadı ve onun sistemi asla tamalanmadı.
‘ Ağaçkakan ’ sistemi üzerine DIA’ nın raporu bir ‘ silahlar sistemi ’ olarak Kuzminsky’nin çalışmasına defalarca atıfta bulunmasına rağmen, şimdi ‘ ağaçkakan ’nın insan beynini bozmak için düşünülerek tasarlanmadığı açıktır. Bunun henüz keşfi üzerine, bunun ‘ dünyanın iklimini kontrol etme veya SSCB dışındaki insanların üzerinde fiziksel ve psikolojik etkiler yaratmak için ’ bir araç olacağı farzedildi.
Benzer mesnetler şimdi Amerika’da Alaska’da inşa halinde olan Amerikan Savunma Bakanlığı’nın HAARP programına atfedilmektedir.
Savunma Bakanlığının Programları
Arkadan yetişmeye çalişan Amerikan Ordusu ve Donanması elektromanyetik, mikrodalgalar, radyo frekansları v.s. üzerine yoğun araştırma programları başlattı. Bu programların çoğu çok gizliydi ve hala öyle olmaya devam ediyor. Başlangicta gizli olmayan bazı bölümler 1970 lerin sonunda gizli hale getirildi. Bu programlarla ilgili alanlar nerede ve ne zaman varsa CIA oraya ayağını bastı ve bunları fonlayarak araştirmanin boyutlarını genişletti ve sonuçlarını paylaşti. Kamu tarafindan yapilacak soruşturmalari önleyecek kanunlar getirildi. Bu programlarla meşgul olan akademik elemanlarin üniversite yetkilileri tarafindan sorgulanmasi önlendi. Egitim değerleri ve ahlak yersiz hale geldi. Benzer bir durum bazı İngiliz Üniversiteleri’nin kampüslerinde de görüldü. Bazı deneysel programların sonuçları şok ediciydi. Çeşitli askeri ve haberalma kuruluşlarının iyonlaştırmayan radyasyonun ve mikrodalgaların insan üzerindeki mümkün zaralı etkileri konusunda şüpheleri vardı. Savunma Haberalma Servisi, CIA ve Ordu, eski Sovyetler Birliği tarafından yapılan ilerlemeleri ve onların uydularını yıllarca gözlüyordu. Elektromanyetik Frekanslar ( EMF )’nin ve mikrodalgaların zaralı etkileri üzerine istihbarat raporlarına rağmen, onlar gerçekleri kendileri tesbit etmeye çalışmaya karar verdiler. PANDORA Programı neticede bir atlama taşiydi.Genişletilmiş deneyler anlaşma yapilan müteahhit kuruluşlar vasitasiyla veya kendi laboratuarlarında Ordu’da, Donanma’da, Hava Kuvvetleri’nde ve CIA’ da gerçekleştirildi.
Müteahhitler onlara gönülsüz insan deney standını tedarik ettiler. Bazı askeri anlaşmalar oldukça tehlikeli çevrelerdeki çalışmaları ihtiva etti. Bazıları hala böyle devam etmektedir. Bazı zamanlar, onların çalışanları bunun farkına vardılar ve hala bunun devam etmesine izin veriyorlar. İki ana sebep vardı: ( a ) karlı anlaşmanın maddelerine razı olmak; ( b) radyasyonun insan üzerindeki etkileri hakkında veri toplamak. Seneler sonra habersiz kurbanlar tarafından getirilen davaların bolluğu bir kez daha ciddi soruyu seslendirdi: son, araçların suçsuzluğunu ispatlayacak mı? Hepsinden sonra, çeşitli durumlarda sorumlu olanlar gerçekten elektromanyetik alanın zararlı etkilerinin farkına vardı ve hala gerçekleri kurbanlarından ve çalışanlarından kasden gizlediler. Birçok hayat kaybedildi, henüz kuruluşlar ve onlarin müteahhitleri tarafindan hiçbir sorumluluk kabul edilmedi.
Amerikan Ordusu’nun elektromanyetiğe olan ilgisi iyi tayin edilmiştir. Üç- Servisli Elektromanyetik Danışma Paneli ( TERP ) Amerika’daki üç askeri servisin hepsinin ilgilerini temsil etmektedir.
TERP’in 1990 durumları ile ilgili anlayışını gösteren notu: AMAÇ:
Bu Üç - Servisli Panel, İyonlaştırıcı olmayan Elektromanyetik Radyasyon ( EMF )’ nin insan üzerindeki biyolojik etkileri üzerine yürütülen araştirma ve geliştirme çalişmalarini yapan ve herbirinin genel ve kendisine özel gereksinmeleri olan askeri bölümlerin çalişmalari arasinda görünür ve etkili bir koordinasyon saglamak için yeniden yapilandi ve imtiyaz verildi.
AMACA AİT: a. Üç askeri bölüm için ortak olan iyonlaştırmayan elektromanyetik radyasyonun biyolojik etkilerini ilgilendiren tıbbi araştırma ve geliştirme çalışmalarını ve her ayrı bölümün göreve özel ihtiyaçlarını, teşhis etmek ve periyodik olarak gözden geçirmek.
b. Askeri operasyon kuvvetlerinin, sistem geliştiricilerinin ve askeri bilimsel ve teknik toplulugun ihtiyaçlariyla ilgili tibbi araştirma ve geliştirmeleri teşhis etmek.
c. İmkanların, malzemenin, personelin ve ihtiyaç duyulan araştirma ve geliştirmenin zamanında ve etkili bir şekilde tamamlanması için ayrılan fonların koordinasyonu.
d. İyonlaştırmayan elektromanyetik radyasyonun insan üzerindeki etkileri üzerine devam eden araştırma ve geliştirmelerin bütün yönleri üzerine servislerarası bilgi değişimini sürdürmek için işlemleri geliştirme.
e. Üç askeri bölüm ile diğer servisler tarafından bu alanda yapılan araştırma ve geliştirmelerin koordinasyonu için işlemler geliştirmek. TERP, Ordu, Donanma, Hava Kuvvetleri ve Deniz Şirketleri tarafından seçilen asker ve sivilllerden oluşan üç full-time gruptan müteşekkildir. Panel daha ileri tavsiye ve gelişmeler için bilimsel toplumun temayüz etmiş üyelerini düzenli olarak davet eder. TERP Savunma Sekreterliği Dairesi ( OASD )’ nin içindeki diğer dairelere istişare heyeti olarak hizmet verir. TERP araştırmalarını orduyla sınırlandırmaz, ulusal araştırmalara karşı da aktif bilgisi vardır. TERP’in araştirmasi 1990’ da geniş bir alani kapladı. Örneğin, Ordu’nun nükleer olmayan elektro-manyetik pulsların bioetkilerine ilgisi şu gibi alanlarda çalışma ve araştırmayı başlatmıştır:
İnsan dozimetrisi ve maksimum yüksek pulslu elektromanyetik alanların biyoetkileri, ve çevresel nükleer-olmayan elektromanyetik hasar veri tabanının gelişmesi.
Bunları başarmak için böyle alanların insanlar üzerinde sahip olduğu etkileri öğrenmek hayati önemdedir. Şimdiden hem Avrupa’da hem de Amerika’da çok sayıda sivil bu alanda yapılan gizli deneylerin hedefleri oldular, fakat onlar kendilerine yapılan bu yanlış muamelenin kaynağını teşhis etmekte başarısız kaldılar. Bunların kendi politikacılarından ve Uluslararası Af Örgütü ve İşkence Kurbanlarının Himayesi için Tıbbi Kurum gibi değişik uluslararası kurbanları destekleme kuruluşlarindan destek almak için sarfettikleri çabalar bir sonuç vermedi.
Amerikan Hava Kuvvetleri * Milimetre dalga sistemi ile oluşturulan gözle görülebilir hasarlar * Alçak mikrodalga bölgesinde ( S bandında ) ki Yüksek Güçlü Mikrodalganın Biyoetkileri, üzerine araştirma yürütmekteydi. 27/28 Şubat 1987 de, Teksas, Brooks Hava Üssü’ndeki Hava Kuvvetleri, Hava ve Uzay Tıbbi Okulu’nda devam eden Üç - servisli Elektromanyetik Radyasyonu İstişare Paneli ( TERP )’in tutanakları davranış kontrolüne verilen önemi gösterdi. Sayfa 2 de şunları buluruz: ‘ Walter Reed Army Araştirma Enstitüsü ( WRAIR ) deki Radyo Frekansi Radyasyonu ( RFR ) davraniş programi yüksek öncelikle müteala edilir.’
Her askeri servis tarafından Los Alamos, Lawrence Livermore’da Sandia Laboratuarı’nda gelitirilen, Yüksek Güçlü Mikrodalga ( HMP ) nin kullanılması herkesin bildiği bir şeydir. 10-13 Şubat 1986 da yapılan TERP toplantısıyla ilgili 18 Mart 1986 tarihli bir mektup işaret etmektedir ki, ‘ Ordu, Sandia Laboratuarında geliştirilen 2,5 GHz.lik bir sistemin 3 Mart 1986 da teslimini isteyecektir.’ Yine aynı mektup işaret etmektedir ki, ‘Biyoılojik çalışmalar göz, kalp ve davranış üzerinde ısrarla duracaktır.’ Savunma bölümü bu alandaki tıbbi araştırmaların peşini bırakmamaktadır. TERP’in 1 Mayıs 1989 tarihli toplantı tutanakları, yararlanabilirlik, hayatta kalabilirlik ve Elektro-manyetik Işinlarin Etkileri Üzerine ‘ herhangi bir tıbbi kriterin ’ araştirmanin neticesinde nihai rolü rolü oynamasini tavsiye etmektedir. Amerikan Donanmasi servislerin en ilgilisi gibi görünmektedir. Donanma Araştirma Bakanligi Dairesi ( OCNR ) tarafından verilen elektromanyetik dalgaların biyolojik etkileri üzerine programların listesi muazzamdır. Nisan 1989 da yalnızca fihrist beş ciltten oluşuyordu.
Bu programlar, - Çok Düşük Frekans ( VLF ) li ve Çok Yüksek Frekans ( VHF ) li yayinlarin absorbiyon oranlarini tayin etmek için vücut akiminin kullanilmasi, manyetik alanlarin biyolojik etkileri, etkili elektromanyetik alan gözetiminin geliştirilmesi ve elektromanyetigin genler ve DNA üzerindeki etkilerinden, Elektro taşima - elektroportation - ( teleportation kelimesiyle anlamdaş bir kelime ) gibi bilim kurguya benzer mevzulara kadar degişmektedir. Bilimsel bir degeri bulunmayan bu çalışmaların maksatları ve sonuçları saldırı amacıyla kullanılmak üzere modifiye ( tadil ) edilirse bunun korkutucu neticeleri olabilecektir. Elektromanyetik Alan ( EMF ) teknolojisinin avantajını kullanarak, değişik haberalma servisleri müthiş yetenekler geliştirdiler. NSA, EEG den celbedilen potansiyeli uzaktan izlemek için geliştirilen teknolojilere büyük ilgi gösterdi.Böyle bir teknoloji geliştirilmeli mi, hedeflenen bir bireyin EEG si kodlanmalı mı? Bu gizli servise yalnızca hadeflenen bireyin düşünce işlemlerinin çalışması imkanını vermekle kalmayıp aynı zamanda bu hedeflerin karar verme işlemlerinin düşünce örneklerini de etkileyebilir. Halihazırda ön ilerleme yapıldı. Konuşma güçlerini kaybetmiş olan, zihnine tesir edilmiş kurbanlara yardim etmek gayesiyle, Missuri Üniversite’sinden bir noropsikolog olan Dr. Donald York ve bir konuşma patolojisti olan Dr. Thomas Jensen özgün beyin dalga örneklerindeki 27 kelime ve heceyi teşhis etmeyi ve kodlamayi başardilar. Onlar, 40 kurbanda, bu EEG örnekleriyle hem konuşulan kelimeler hem de sessiz düşünce kelimeleri arasindaki karşilikli ilişkiyi kurabildiler. Onlar beyin dalga lugatiyla bir bilgisayar programi yaptilar.
Uzaktan Görüntüleme programlarının tepesinde bulunan, CIA, Ordu ve DIA gibi birkaç haberalma teşkilati uzaktan izleyen kişilerin EEG leri üzerine yoğun çalışma başlattılar. Fikir, gözleyen kişiler tarafından bilginin nasıl elde edileceğini ve işlemin tersine çevrilmesiyle, gözleyene verilen bilgilerin hedefi etkilemek için ona (hedefe ) geçirilip geçirilemeyeceğini tahkik etmeye çalışmaktı. Los Alamos Ulusal Laboratuarı ( LANL ) bu alanda geniş araştırma programları yürüttü.
Modern elektromanyetik saçılma teorisi, insan beyni vasıtasıyla saçılan çok kısa pulsun, merkezi sinir sisteminin canlanma ( uyanma ) derecesinin güvenilir bir hesabını yapmak için kullanılabilecek yansıtılan sinyallerle sonuçlanabileceği, ümidini uyandırmaktadır. Bunun gerisindeki kavram; “ Uzaktaki EEG ” hareket potansiyellerini veya daha büyük sinir sistemi bölgesindeki hareket potansiyelleri topluluğunu saçmalıdır. Maharetlerimizin nasıl tesir bıraktıklarını ve nasıl hatırlandıklarını anlayacağımızı varsayarak bu kavramı bir adım daha ilerletmek ve diğer bir bireyde bulunan bir deneyimi kopyalamak mümkün olabilir. Bir “ oradaydı - bunu yaptı ” bilgi tabanı sağlama ümidi, uzmanlık eğitimi için bizim yaklaşımımızda devrimci bir değişim temin edebilir. Başarının pekişmesi zihni ürkütecektir. Son yıllarda, öldürücü olmayan silahlar kavramıyla birleşen çok sayıda zihin kontrol programları geliştirildi. Böyle bir rol için adaylar arasında bulantıya, kusmaya ve karnında spazma neden olan Çok Düşük Frekans ( VLF ) ile ve Radyo Frekansı ( RF ) ile birleşen infrases silahları vardır. 1969 a kadar Fort Believer, Virginia’daki Amerikan Ordusu Hareketlilik Donanım Araştırma ve Geliştirme merkezi infrasonik sistemlerin insan üzerinde sahip olabilecekleri etkilerini detaylandırdı: Bu etkiler sinir sisteminin bozulmasından ölüme kadar uzanmaktadır.
Kayıtlar göstermektedir ki Los Alamos Ulusal Laboratuarı 1994 te Amerikan ordusu Araştırma, Geliştirme ve Mühendistlik Merkezi ( ARDEC ) in destegiyle Migrodalga silahların tasarımı ve yapılması üstüne bir araştırma ve geliştirme programı yürüttü.
Bu silahlardan bazıları evvelce Amerikan servisleri ve bölümleri tarafından Amerika’da ve İngiltere’de gizli olarak kullanılmış olabilir.
Bundan başka, akustik ( ses ) jeneratörleri ( personele karşi ve malzemeye karşi), yüksek güçlü mikrodalga jeneratörler, sinir gerici ve telsiz sersemletici teknolojiler için Bilginin Hareket Özgürlügü dilekçelerimden, 1994 yılından beri cevaplandırılmayan, bir tanesine Amerikan Savunma Departmanı’ndan son zamanlarda gelen bir cevapta araştirdigim bilginin şimdi, daha önceden bilnmeyen, Öldürücü Olmayan Silahlar Müdürlügü’nün sahasında olduğu konusunda aydınlatıldım.
16-17 Kasım 1993 te Amerikan Savunma Hazırlık Derneği’nin desteğiyle, Los Alamos Ulusal Laboratuarı tarafından organize edilen gizli bir konferansta, aşagidaki konuşmacilar yeni - öldürücü olmayan silahlar kavramının bir bölümü olarak zihin kontrolünün değişik konuları üzerinde makaleler sundular:
Dr. George Baker ( Savunma Nükleer Ajansı - - şimdi Savunma Özel Silahlar Ajansı, DSWA ): Radyo Frekans Silahları - - çok çekici bir öldürücü olmayan tercih...
Dr. John Derring ( Bilimsel Uygulamalar Araştima Birligi - - SARA ): ‘ Akustik Teknolojisi ’.
Dr. Clay Easterly ( Oak Ridge Ulusal Laboratuarı: ‘ Aşiri Düşük Frekans ( ELF ) Alanlarinin öldürücü olmayan silahlara uygulanması ’
Ms. Astrid Lewis ( Birleşik Devletler Ordusu Kimyasal Araştirma ve Geliştirme Amiri ) ‘ Kimyasal / Biyolojik Anti-Terorizm’.
Birleşik Krallik’ta savunma meseleleriyle ilgili mikrodalga çalışmalarında rol oynadı. Kraliçe Elizabeth Koleji’nden Profösör E. H. Grant ve Dr. R. J. Sheppard bu alanda çalışıyordu. Grant Amerikan Hava Kuvvetleri, Sheppard ise Donanma tarafından tayin edilen çok sayıda iş yaptı. Grant, NATO İleri Araştırma Grubu’nda şef bilim adami olarak çeşitli konferanslar verdi. 1983-4 süresinde Sheppard, Amerikan Hava Kuvvetleri, Toory Araştirma Istasyonu ve GEC. Ltd. Şti. ile çalişiyordu. Savunma meselelerinde pulslanmiş mikrodalgaların kullanışı ile ilgili mevcut programlar hakkında Genel Haberleşme Karargahı ( GCHQ ) na sorduğum sorular, uzun bir aradan sonra, böyle programların çeşitli üniversitelere teslim edildiği ve GCHQ’ nun bu konularda bağımsız hiçbir araştırma yürütmediği konusunda beni aydınlatan Vthe Yabancı ve Memleket Halkı Dairesi ( Vthe Foreign and Commonwealth Office ) tarafından cevaplandırıldı. Birleşik Krallık’taki Amerikan Üslerindeki Cruise mevzilerinin tepesinde Greenham Commen’da barış mücadelelerini silme, kadın barış mücadelecileri Amerikan Üslerinin dışında bir dizi barışcıl protesto eylemi gerçekleştirdiler. 1985 in sonunda Greenham Common’ daki barış kampında yaşayan kadınlarda - değişik baş agrilari, menapozdan sonra zamansiz adet kanamalarindan - geçici felç nöbetleri ve hatalı konuşma koordinasyonuna kadar gelişen alışılmamış hastalık örnekleri görülmeye başladı. İki tane de erken bebek düşürme olayı - beşinci ayda - görüldü, elektromanyetik biyolojik silahların kullanıldığı şüphesiyle, yardım aradılar. Elektronics Todey dergisi birçok ölçüm yaptı ve raporu Aralık 1985 de yayınladı. Raporun sonucu şöyledir: Geniş alanlı bir sinyal güç ölçeri ile yapılan ölçümler, hastalık etkilerine maruz kaldıklarını iddia ettikleri bir zamanda, kadın kamplarının birisinin yakınında zemin sinyal seviyesinde önemli bir artış olduğunu göstermiştir.’ Kadınlar gürültü yaptıkları ve karışıklık çıkardıklarında, sinyallerin aniden yükseldiğine işaret edilmiştir.
10 Mart 1986 tarihli Guardian’ da ‘ Barış Kadınları Üs ’de elektronik silmeden korkuyorlar, Gareth Parry demektedirki, Amerikan Ordusu’nun ( Greenham Common’da ), çitin çevresinin yakınında hareket eden bir insanın vücudundan radar dalgalarını sektirmek için oldukça yüksek bir frekansta çalışan, Üs Tesisi Emniyet Sistemi ( BISS ) oarak adlandırılan rahatsız edici bir dedektör sistemi vardır. Amerikan Temsilciler Meclisi Tahsisatlar Komisyonu’nun 1985 yılı için Askeri İnşaat Altkomisyonundan önceki bir oturumda, General Schnidel Greenham Common’da mikrodalga teknolojisinin kullanılması ihtimalini ima etti.
‘ Bizim operasyon mefhumumuz üsde bulunan en yüksek değerli kaynakları korumaktır... Biz, garnizonda ve savaş zamanında tesisat mevzilendirildiği ve operasyonel hale getirildiği zaman bunun emniyetini sağlayacak bir takım anlayışına sahibiz... Sistemin gereksinilen algılayıcılar, çitler ve ışıkla tamamen techiz edilmediği durumlarda insanlar bunun yetersizliğini telafi etmek için görevlendirilecektir.’ ( eklenen şiddet )
Mikrodalga emniyet sisteminin yerleştirilmesinden sonra, tesisi korumakla görevli Amerikan personeli sayisinda önemli bir azalma oldu. Bu emniyet yayilmasinin ölçüsü daha sonra Hava Kuvvetleri Karargahı Departmanının 501. Güvenlik Polis Grubunun yıl sonu raporu vasıtasıyla dolaylı olarak teyit edilmiştir: ‘ Geerham Common nizamnamesi tatbik edildi, süper çitler inşa edildi... ( eklenen şiddet )
Greenham kadınlarının bir mikrodalga silahıyla mı hedeflendikleri yoksa mikrodalga emniyet çitine uzun süre yakın durmaları nedeniyle mi radyasyona maruz kaldıkları açık değildir. Fakat Greenham’daki Amerikan yetkilileri böyle bir çitin tehlikelerine karşi protestoculari uyarmadiklari için ayni şey çok sik görülmeltedir. Iyonlaştirmayan radyasyonun insan üzerindeki etkileri Amerikalı yetkililer tarafından iyi bilinmektedir.
Uzun yıllar barış mücadelesi yapan ve Greenham Common’u sık sık ziyaret eden Kim Besly 30 Ekim 1986 tarihinde yazılan elektromanyetik radyasyon üzerine raporun sonucunda sordu, ‘ Biz “ çirkin bir kanıt ” için üç nesil beklemek zorunda mıyız? ’
Peace ve Emergengy’ den Liz Westmoreland son zamanlarda bana Greenham Common’dan birkaç kadın barış mücadelecisinin değişik kanser tiplerinden ıstırap çektiklerini söyledi. Amerika’nın soğuk savaştaki bir muhalifinden ögrendiği dersi en yakın müttefiklerinden birisinin vatandaşlari üzerine geçirmiş olmasi mümkün mü?
Sessiz ses- Birçok kişinin işitmesi için beyinde sesler yani elektronik teknolojisinin yardimiyla insan zihnini degiştirme ve/veya etkileme teknolojisi, batıdaki özellikle Amerika’daki askeri ve haberalma teşkilatlari tarafindan yürütülen çeşitli projelerin ve programlarin konusu olmuştur. İşte bazı örnekler:
Psiko - Akustik Projektör
Yaygın olarak bu açıklama mücadele durumları sırasında, düşmanda işitsel psikolojik karışıklıklar ve kısmi sağırlık üretmek için bir sisteme yöneltilir. Esasen yüksek bir yönlendirilmiş huzme farkli güç çeviricilerin birlikteliginden yayilir ve bir gürültü, şifre veya konuşma vuru sinyaliyle tadil edilir. Buluş degişik biçimleri faydalı kılabilir, bir araca monte edilen hareketli yayıcıları ve tesbit edilmiş bir frekansa göre akustik huzmesini tadil etmek için kullanılan vasıtaları içerebilir.
Şuur Degiştirme Için Metodlar ve Sistem
Savunma Departmanı değişik projeler ve programlar vasıtasıyla evvelce bu teknolojiyi kazanmıştı. Böyle bir programdan hülasa: ‘ insan şuurunun durumlarini degiştirmek için bir sistem; katli dürtülerin, tercihan degişik frekanslara ve dalga şekillerine haiz seslerin eşzamanli uygulanmasini içerir ’ demektedir. Bir diğerinden: ‘Araştirmacilar, hususi beyin dalga ritimleri göstermek ve bu vasitayla bireyin şuur durumunu degiştirmek için beyni tahrik etmek için bir sistemler çeşidini kurdular’.
Sessiz Şuuraltı Mesajları
Dr. Oliver M. Lowry, Amerikan Yönetimi için askeri ve haberalma dünyasında Sessiz Ses Yayılma Spektrumu ( SSSS ), bazen de SQUAD olarak adlandırılan değişik gizli projeler yaptı. Sistem Irak’ a karşi mevzilendirildi. ‘Esir alınan ve firar eden Iraklı askerlerin söylediklerine göre, en fazla harap eden ve en fazla moral bozan programlama, ultra - yüksek - frekanslı, “ Sessiz Sesler ” veya “ Sessiz Şuuraltilar ” olarak bahsedilen şuuralti mesajlarin yeni ileri teknoloji tipinin bilinen ilk askeri kullanımıydı. İnsan kulağına göre tamamen sessiz olmasına rağmen, Psikolojik Operasyon ( Psy Ops ) psikologları tarafından işitsel programlamanın yanında bulunan bantlara yerleştirilen olumsuz ses mesajları, Iraklı askerlerin şuuraltı zihinleri tarafından açık olarak algılandı ve sessiz mesajlar onların moralini tamamen bozdu. Onların zihinlerine sürekli bir korku ve ümitsizlik duygusunu tamamen yerleştirdi.
Oliver Lowry bu sistemin daha teknik tanımını kendi patetinden veriyor:
‘ İçinde işitsel taşıyıcılar olmayan, çok düşük veya çok yüksek ses frekansı sahasında veya komşu ( bitişik ) ultrasonik frekans spektrumunda, bir sessiz iletişim sistemi arzulanan bilgi ile yükseltilir veya frekans modülasyonuna ( tadilatina ) ugratilir ve beyinde tahrik için akustik olarak veya titreşimle yayilir. Tadil edilen (modulasyona uğrayan ) taşıtıcılar gerçek zamanda doğrudan nakledilirler veya dinleyici için tehir edilmiş veya tekrarlanan yayınlar için, mekanik, manyetik veya optik ortamlarda uygun şartlarda kaydedilir veya saklanır.’
Özel bir dalga şekliyle modulasyona ugrayan ( tadil edilen ) 100 ile 10.000 Mhz. Aralığındaki mikradalgalarla kafayı ışınlayarak, bir insanın kafasında ses hasıl edilebilir. Dalga şekli frekans modulasyonlu patlamalardan ibarettir. Her patlama, birbiriyle çok sıkı gruplanmış on ya da oniki taneden oluşan muntazam sirali pulslardan tertip edilmiştir. Patlama genişligi 500 nanosaniye ile 100 mikrosaniye arasindadir. Puls genişligi 10 nanosaniye ile 1 mikrosaniye sinirlari içindedir. Patlamalar, kafasi işinlanan kişide işitme meraki uyandirmak için ses girdisiyle sik sik module edilirler.
EEG Klonlama
Korku ve zihin kontrolu teknolojisindeki en son gelişme, hedeflenen herhangi bir kurbanin veya gruplarin zihninin kontrolu amaciyla insan EEG sin i klonlamadir. Güçlü bilgisayarlarin kullanilmasiyla öfke, aci, endişe, küçümseme, ümitsizlik, dehşet, sikinti, kiskançlik, korku, hayal kirikligi, keder, günahkarlik, kin, ilgisizlik, kizginlik, merhamet, hiddet, pişmanlik, gücenme, üzüntü, utanç, garez ve terörü içeren insani duyguların kısımları teşhis edilmiş ve ‘ duygu imza kümeleri ’ olarak EEG den ayrılmıştır. Bunların ilgili frekansları ve genlikleri ölçülmüştür ve sonra muayyen frekans / genlik kümesi sentezlenip ve diğer bir bilgisayarda biriktirilmektedir. Bu olumsuz duyguların her biri uygun bir şekilde ve ayrı ayrı etiketlenmektedir. ‘ Bunlar daha sonra Sessiz Ses Taşiyici frekanslara yerleştirilir ve diger bir insanda bazi temel duygularin ortaya çikmasi için tetiklenecektir.’
Kafasında sesler duyduğunu iddia eden, birçok zihin kontrol kurbanının psikiyatrik yardıma ihtiyaç duymasına yol açılmıştır. Fakat eldeki kanıt ‘ kafada sesler ’ üretmek için gerekli teknolojinin mevcut olduğu fikrini vermektedir. Benim burada tanımladığım şey muhakkak ki ordunun geliştirmiş oldugu veya halen geliştirmekte oldugu şeylerin bir kismidir.
Her akılı insanın uyandırılması ve gerçeklerin teslim edilmesi bizim için önemlidir. Gerçek ‘ Mançuryalı Aday ’ çağı şimdiden buradadır. Verdiği destekler ve deneme yazısında yer alan bazı bilgiler için, Resonance’den Judy Wall’a teşekkür ederim. Zihinleri degiştirmek için ön lop lobotimisini tatbik eden ilk kişi Dr. Walter Freeman’dır. Freeman 3.500 den fazla lobotomi yürütmüştür. Lobotomi, bugün hala geniş ölçüde İskoçya’da ve İsveç’te kullanılıyor. Bilhassa V. P. Kaznachayev ve arkadaşları, ‘ İki Hücre Grubu Arasında Görülür Bilgi Aktarımı ’, Psiko-enerjik Sistem, Cilt 1, Aralık 1994 ve ‘ İki Doku Kültüründen Oluşan Bir Sistemde Farklı Hücrelerarası Etkileşimler ’ , Psiko-enerjik Sistem, Cilt 1, Sayı 3, Mart 1996. Ölümcül Olmayan Silahlar kavramının kurucusu olan John Alexander’ın da bu konuya ilgisi kuvvetlidir. Uzak mesafeden hastalığa neden olan imkanları inceleyen, değişik Amerikalı araştırmacılarla yaptığı kaydedilmiş konuşmalarından bazıları, benim Savunma Haberalma Servisi Raporum, DST-1805-387-75, ‘ Sovyet ve Çekoslavak Parapsikoloji Araştirmalari ’,1988 de verilmiştir.
4 The Atlantic, Cilt 259, Mart 1987, sayfa...
Ticari radyo sistemlerinin yayınlarını bozan güneş lekelerinin faaliyete geçtiği onbir yıllık güneş döneminin başlangıcında çalıştırılmaya başlanan ‘ Ağaçkakan ’ sinyalleri kendi zirve noktasındadır. Bunun, ‘ Ağaçkakan’ı güneşin bu faaliyeti ile gizlemek için Sovyetler tarafından yapılan bir teşebbüs mü yoksa Ağaçkakanın etkilerini arttırmada güneş faaliyetinin katalizör rolü mü oynadığı bilinmemektedir.
5 Savunma Haberalma Servisi Raporu, Sovyetler Birliği; Askeri İşler, 3 Mayıs 1991, F. C. Judd, ‘ Rus Ağaçkakanı: Bu soyu tükenmiş bir tür mü oldu?’ Short Wave Magazine Mart 1991.
Lawrence Livermore Ulusal Laboratuarları ( LLNL )’in bu programının bazıları insan zihnini etkileyen öldürücü-olmayan silahların geliştirilmesi için sarfedilen gayretlerle daha uyumlu olduğu görünse bile, acayip bir şekilde, LLNL’nin de ‘ Ağaçkakan ’ ismi verilmiş bir programi vardir. ( Lawrence Livermore ile muhtelif muhabereler Ingiliz Ordusu’nun üniversitelerdeki faaliyetleri üzerine daha fazla bilgi için Kampüs Bağlantısı- - Kampüste Askeri Araştirma, Rob Evans, Nicola Butler ve Eddie Gonsalves, Ögrenci Kanada, Londra 1991 - -’na bakın.
Pensacola, Florida’daki Donanma Uzay ve Hava Tıbbi Araştırma Laboratuarı, Clam Lake’te SANGUINE Projesi’nde gerçekleştirdikleri deneyler sonucunda, SANGUINE anteninin, 45-75 Hz. araligindaki aşiri düşük frekansli alanin manyetik bileşenine maruz kalmanin aşiri alkol tüketiminde karşilaşilana benzer bir strese yol açtigini tespit etti. SANGUINE Projesinde yapilan ölçümler Amerikan Donanmasi tarafindan bu makalenin yazarina verildi. Robert Becker, Cross Currents, Jeremy P. Tarcher Inc., Los Angeles, USA, 1990, sayfa 202 ye de bakın. Benim Open Eye sayı 3, 1995 te yayınlanan ‘ Robert Strom’un Öldürülmesi ’ isimli yazıma bakın. Strom’un hikayesi, 5 Mart 1989 da David Aummel tarafından yapılan CBS haberlerinin ‘ Altmış Dakika’sında, ‘Strom Boeng’e karşi’ da verildi. TERP kurulduğu zaman 21 Temmuz 1980 tarihli ilgili muhtıra, askeri temsilciler tarafından imzalandı.
Uluslararası Af Örgütü’nün Merkezi ve İşkence Kurbanlarının Himayesi için Tıp Kurumu ( the Medical Foundation For the Care of Victims of Torture ) ile olumlu sonuçlar vermeyen mektuplaşmalarimiz oldu. Arşivimde, elektromanyetik araçlarla günlük işkencelere maruz kalan ve bazi durumlarda hala bu işkencelere maruz kalmaya devam eden, üstün zekali bazi kişilerin dosyalari vardir. Bugüne kadar hiçbir organizasyon bunun sorumlulugunu kabul etmemiştir. Bunlarin kötü hali hiçbir kurbanlara destek organizasyonu tarafindan dinlenmemiştir.
TERP’in toplantı Raporu, 1 Mayıs 1989
İyonlaştırmayan Elektromanyetik Radyasyonun Biyolojik Etkileri, cilt XII, sayılar 1 den 5e , Aralık 1988; Donanma Araştirma Başkanlığı Dairesi, Arlington,Virginia, Nisan 1989 da yayınlandı.
Bir bilim-kurgu tipi proje örneği, 441k708-04 Proje kodludur.
Elektronakil ( Elektroportation ): Temel Mekanizmanın Teorisi - İlerleme: nicel teori, iki tabakalı zarın büyük elektrik pulsuna bağlı olarak tersinir elektriksel çöküntüsünü ve küçük pulsa bağlı olarak yüklerin alıkonması ile pasif yüklenmesini başarıyla tanımlar.
Bir nükleer araştirma merkezi olan Lawrence Livermore Ulusal Laboratuarlarındaki bilim adamları, böyle şeylerden nükleer silahın enerjisini tutabilen ve bunu elektromanyetik spektrumun daha düşük ucunun seçilme kısmına odaklayabilen ve bu enerjiyi düşmanın beynini etkilemek içn kullanabilen beyin bombaları olarak söz etmektedir. Düşünce düşman askerlerine kendi izlerini ziyaret ettirecektir. ‘ The Atlantic, cilt 259, Mart ’
‘ Bir İnfrases Sistemi ’ , B. D. Ordu Hareketlilik Donanım Araştırma ve Geliştirme Merkezi, Fort Believer, Va, 1969. ‘ Etkiler İnsan ’ bölümüne bakın.
Yakında çıkacak olan kitabı, Gelecek Savaş’ta - öldürücü olmayan silahlar kavramının destekçilerinden, önde gelenlerinden ve kurucu babalarından birisi olan - John Alexander bu yıkıcı silahların iktisabını ve mevzilendirilmelerini meşrulaştırmak için çalışmaktadır. LA-CP-94-0061, Mikrodalga Silah Tasarım ve İcra Zarfı; B. D. Ordu Araştırma Geliştirme ve Mühendislik Merkezi ( ARDEC ), Picatinny Arsenal, New Jersy - tarafından desteklenen iş.
Yüksek Güç Mikrodalga Teknolojisi Konferansı ( Harry Diamond Laboratuarı, Aldephi, Maryland, 1-3 Mart 1983)’na sunulan LA-UR-83-150, ‘ Los Alamos Ulusal Laboratuarı’nda Mikrodalga İle İlgili Çabalar ’
Deniz Kuvvetleri Sistemler Komutanlığı vekili William A. Longwell’den yazara gelen ve 1994 te dosyalanan bir istekle ile ilgili 2 Ekim 1997 tarihli mektup. Inside the Air Force’daki ‘ öldürücü - olmayan Teknolojilerdeki önceliği tayin etmek için Pentagon: Hava Kuvvetleri programları, tedarik ve politika oluşturma üzerine gizli haftalık rapor-Cilt 5, sayı 15, Nisan 1994e bakın. Grant, sağlık için tehlike yaratabilecek yerlerde mikrodalga kulesinin yerleştirilmesine müsaade etmek için Manchester Şehir Konseyi tarafından verilen red cevabına karşı 1971 Şehir ve Kır Planlama Hareketi altındaki başarili temyizinde Mercury Haberleşme Ltd. Şirketi’nin başlica bilimsel şahidiydi. FCO’dan yazara mektup, 1993
Donanma Satıh Silahlar Merkezi, USN’de çalışan bir bilimadamı olan Eldon Byrd, mikrodalganın etkileri üzerine 1986 da verdiği bir konferansta şunları söyledi: ‘ Biz dokuların, hücrelerin, organların ve bütün organizmanın davranışını değiştirebiliriz... Laboratuar hayvanlarında altı kat daha fazla cenin ölümlerine ve doğum kusurlarına neden olabilirsiniz ve bu manyetik alanlar öyle zayıftır ki bunları güçlükle sezebilirsiniz... Genetik mühendisliği yapmak için sık sık uygulanan mikro-cerrahi teknikleri olmaksızın, ELF ( aşırı düşük frekans ) li zayıf manyetik alanlarla genetik mühendisliği yapabilirsiniz. İnsan hücrelerinde ölümcül hastalıkların nasıl hasıl edildiği ve bunların nasıl iyileştirildiği bilinmektedir. İnsanın beyin dalgalarını bir odanın içinde çok düşük bir manyetik alanla dolaştırabilirsiniz.’ Yazar’ın mülkünde teybe kaydedilen konferanslar
Ön Rapor-Arka plan malumatı
Mikrodalga / Elektromanyetik Kirlilik: az bilinen bir tehlike
Ekim 1986, güncelleştirilmiş Haziran 1988
Besly 1996 da kanserden öldü.
30 Psiko- Akustik Projektör, Patent 3, 566,347, B. D. Patent Dairesi, 23 Şubat 1971
31 32 33 Şuuru degiştirmek için Metod ve Sistem, Patent 5, 123, 899, 23 Haziran 1992 tarihli
34 ‘ Yüksek Teknolojik Psikolojik Savaş Orta Dogu’ya ulaştı ’, Bülten, 23 Mart 1991, ITV ( Londra ) News Bureau Ltd.'’en. Newsweek 30 Temmuz 1990, sayfa 61
35 Sessiz şuuralti Takdimi, Patent 5, 159, 703, B. D. Patent Dairesi, 27 Ekim 1992
36 Bu paragraf, ‘ Sentezlenmiş Sessiz Beyindalga Demetleri TM ’, - Silent Sound Inc., 5188 Falconwood Court, Narcross, GA 30071, USA’dan alınan iktibasların bir tefsiridir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)