Dehşet İçindeyim!



Salih Tuna


"Başım belada" diyordu Ahmet Kaya o güzelim şarkısında, "Adamın biri vurulmuş sokakta / Cebinde adresim bulunmuş..."



Ahmet Emin Yalman vurulduğunda da bir başkasının "başı belaya" sokulmak istenmişti.



Hayır, kimsenin cebinde adres falan bulunmamıştı. Ama "saldırganın" okuduğu kitaplar vardı.



Kitap yani "adres!"



Ve bu "adresten" hareketle "bir başkası" Malatya'da "azmettirici" suçlamasıyla mahkemeye çıkarılmıştı.



Sayın Başbakanımızın "Dersim" konuşmasında kaynak gösterdiği "Son Devrin Din Mazlumları" adlı eserin müellifinden başkası değildi bu.

Yani Alevi kardeşlerimize Dersim'de yapılan emsalsiz zulmü, emsalsiz şekilde kelimelere döken şair: Necip Fazıl Kısakürek.



Kendini şöyle savunmuştu Malatya'da: "İngiliz'in biri, kıskançlık krizi içinde karısını öldürse... Ve adamın cebinde Othello piyesinden bir sayfa bulsanız... Azmettirici diye Shakespeare'in iskeletini mezarından çıkarıp Londra köprüsünden mi sallandıracaksınız?"



Bu müthiş savunma, kitaplarını okuyan birileri "suça bulaştığı" için müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu'nu fena halde hatırlatıyor.



Telegram işkencesi altında 13 yıldan beri hapis yatan Mirzabeyoğlu hiçbir eylemin planlanmasında, teşebbüsünde veya eyleminde bulunmadı.



Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Hukuku Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Nurullah Aydın "Karar Tashih Talebi"nde aynen böyle diyor.



Dahası, kitaplarda yazılanların örgüt dokümanı olarak kabul edilmesinin evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmayacağı düşüncesiyle, Mirzabeyoğlu'nun yeni ceza kanunu kapsamında tekrar yargılanmasını talep ediyor.



Anlaşılan o ki suça bulaşmış (veya bulaştığı iddia edilen) birileri bulunmuş, bu birileri örgüt kapsamında mütalaa edilmiş, ama örgüte lider bulunamamış.



"Örgüt dediğin lidersiz olur mu?" zihniyetiyle de "suça bulaştığı" saptananların okuduğu kitaplardan hareketle Mirzabeyoğlu suçlu ilan edilmiş.



Halbuki suçlu ilan edilmeden 20 yıl önce de yazıp çiziyordu.



Yazıp çizdiklerinde de o günden bu güne milim değişiklik yoktu.



İlk gençlik yıllarımızdan hatırladığımız Gölge dergisini ünlü karikatürist Yalçın Turgut'la çıkarıyordu.



O yıllardan aklımda kaldığı kadarıyla yüreği geniş vuran bir adamdı: "Sen Eritre'desin çocuk, sen Moro'da / Sen yıllarca zulüm edilensin / Türkistan'da Azerbaycan'da Kırım'da..." diyordu.



Mirzabeyoğlu tanınmış bir Kürt ailesine mensup, kimseye eyvallahı olmayan, Necip Fazıl'ın da iltifatına mazhar olacak şekilde birçok alanda (şiir, roman, günlük, düşünce) elliyi aşkın eser vermiş bir yazar.



"Brifingi aldı idamı verdi" şeklindeki Vakit gazetesinin dünkü manşetini okuyunca tüylerim diken diken oldu.



Habere göre Harbiye'de yapılan gizli bir toplantıda alınan kararlar kapsamında, hakim Metin Çetinbaş, Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verdi.



Okuyalım: "Hakim Metin Çetinbaş daha sonra yaptığı açıklamada 'Verdiğim karar yüzde yüz doğrudur diyemiyorum. Biz o günkü şartlara göre karar verdik, hata yapmış olabiliriz...' diyerek, 'brifingde alınan kararlara' gönderme yapmıştı..."



Vay canına!



Bir hata yüzünden bir insan çoluk çocuğundan kopartılıp 13 yıl içeride yatırılabiliyor, 60'lı yaşlarını zindanda idrak etmek zorunda bırakılabiliyor ha!



Okumayı sürdürelim: "1. Ordu Komutanlığı'na ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz'un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan Metin Çetinbaş, eski İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, İstanbul Valisi Erol Çakır, Doğan medyasında görev yapan birçok gazetecinin bulunduğunu ifade etti..."



Gerçekten de dehşet verici.



Salih Mirzabeyoğlu tekrar yargılanırsa kim bilir daha ne gizli "toplantılar" çıkacak ortaya!

"MİRZABEYOĞLU DAVASI" FURKAN DERGİSİ özel Sayısı





FURKAN DERGİSİ

MİRZABEYOĞLU DAVASI

ÖZEL SAYISI

İNTERNETTE


Sevgili Furkan okurları, yeni bir sayı ve yeni bir heyecanlarla yola devam ediyoruz…

Heyecanımız şu hikmete mebnî olsun istiyoruz: İnsan ilâhî rızaya mâtufen söz söyleyebilirse ne âlâ. Bunun dışında her söz, söyleyiş değil tökezleyiştir. Zira; hikmetten mahrum yavan söz mesabesindedir.

Hâdiseler âhir zaman hikmetince hızla ilerliyor. Hedef çok uzak olmasa gerek. Mesele, bu idrâkin yaygınlaşmasında. Gerisi, kolay addedilecek kâbilden…

Baran Dergisi’nin 191. sayısında Prof. Dr. Hasan Fehmi Üçışık bu kâbilden olmak üzere hatırlatmış:

«- Necib Fazıl hayattayken kendisini gördüm. Çok dolu, zaten çok şeyi kendisi anlatmış. 1960’dan sonra Fransız İhtilâli’ni anlatıyordu. “Burada nasıl olacak?” diye sorduğumda sanırım Osman Yüksel Serdengeçti; “yarım ihtilâl yeter” cevabını verdi.

- Yâni?

- Bir söz var, “Tokmağı çevirsek kapı açılır.”»

Evet…

Hâdiselerin bu hızlı seyrinde, tokmağa uzanan EL’in varlığı hissedilebiliyor. Bu el âdeta bir hayalet gibi dolaşıyor dünyanın dört bir yanında. Bu sebebtendir ki, kalblerine korku girenler her işlerinde beceriksizliklerini ifşâ eder oldular.

Zâhiri sebebler dünyasında hükümferma olan Determinist (sebeb-sonuç) düşüncenin, icatçısı Newton Fizik’i ile birlikte tedavülden kalktığına şahid oluyor insanlık.

Gelenin ne olduğuna dair alâmetler de hızla sökün etmeye başladı… Şu satırlara dikkat:

“Nasreddin Hoca’nın “hem-hem de” terkibinin uluslar arası konferanslarda saçaklı düşünceyi anlatmak için kullandığı düşünülünce, Kuantum fizikçilerinin tasavvuf ehliyle kolkola girmeleri artık imkânsızmış gibi gelmiyor.

Düşünce dünyasında işler gerçekten değişti. Belki bu defa, klâsik Batı düşüncesinin siyah-beyaz kurallara boğulmuş dünyasında zorlandığımız gibi zorlanmaz, Nasreddin Hoca’nın genlerinden bil-istifade, biraz mürekkeb yalamış, vasat bir Batılı aydının ilkokuldan itibarn aşina olduğu, çatalü kaşık der gibi rahatlıkla dillendirdiği bu kavramları sular seller gibi içselleştiririz.”

Alev Alatlı “Batı’ya Yön Veren Metinler” isimli dört cildlik yeni piyasaya çıkmış kitabının dördüncü cildinin 1784. sayfasında böyle diyor.

Bu eseri tavsiye ederiz. Batı düşüncesine yön veren fikir adamları nezdinde, Batılı insanın kafa yapısının şekillenmesine dair ilginç bilgiler mevcud. Bugüne kadar tercüme edilmemiş metinlerin de içinde bulunduğu bu eser, bizim bir başka sebeble de tatlı tebessümümüze sebeb oldu; İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun dört cildlik “Büyük Muztaribler” isimli eserini hatırladık… Yâni, Alev Alatlı takibte… Güzel!

Hülâsa, sıra, sular seller gibi içselleştirilmesi gereken FİKİR’dedir: “DOĞSUN BÜYÜK DOĞU BENDEN DOĞARAK.”

Sevgili Furkan okurları, bu hengâmede, yapılması gerekenlere hız verilmeli. Bulunduğunuz yer her neresi ise, oranın münbit hâle getirilmesi azmi içinde, insanımızı kafalarından ve gönüllerinden yakalamanın şartlarına mâlik olmaya çalışılmalı. Zira, zaman hem kısa, hem hızlı.



Sevgili Furkan okurları, mâlum olduğu üzere Türkiye’de “Adalet”, ilgili bakanlığın tabelasındaki altı harfin bir araya gelmesinden başka bir mânâ ifade etmiyor!.. Bir mânâ ifade etmediğini, 10 yıl önceki “Mirzabeyoğlu Davası”nda gördük. Bu sayımızda, Salih Mirzabeyoğlu’na İstanbul 6 no’lu DGM’nin, hiçbir delil olmadan münasib(!) gördüğü örgüt liderliğini ve yine münasib(!) gördüğü İDAM kararını tüm yönleriyle incelemeye çalıştık. Yaklaşık 70 sayfalık dosyamızda davanın iddianamesini, İbda Mimarı’nın savunmasını ve mahkemenin gerekçeli kararını okuyabilirsiniz. Ayrıca, “Mirzabeyoğlu Davası”nda yaşananlara avukat olarak şahid olan Güven Yılmaz’la yaptığımız röportajı okuduğunuzda sizler de o günleri yaşamış olacaksınız. Yine Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatlarından Ali Rıza Yaman da, hukukçu gözüyle “Mirzabeyoğlu Davası”nı en ince teferruatıyla inceliyor. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na İDAM vermesi için mahkeme başkanlığına getirilen dünün hâkimi, bugünün ise Ergenekoncuların avukatı Metin Çetinbaş’ın kimliğini Dr. Latif Denizci’nin makalesinde bulabilirsiniz.

Makale, şiir ve çizimlerle dopdolu bir Furkan’ı, gelecek sayıda buluşmak duasıyla sizlere takdim ediyoruz.

O’na emanet olunuz.

http://www.furkandergisi.com/


FURKAN DERGİSİ 39. SAYI TAM METİN OLARAK:

http://issuu.com/furkandan/docs/furkandergisi39

Öldürülen Arizona milletvekili Gabrielle Giffords ve ZİHİN KONTROLÜ




Arizona eyaletinde Demokrat Kongre üyesi Gabrielle Giffords’ın hedef alındığı kanlı saldırının şokunu atlatmaya çalışan ABD, cinayetlerin ardındaki nedenleri bulmaya çalışıyor. Tuscon’da halka açık bir etkinlik sırasında düzenlenen saldırıda federal yargıç John Roll, Giffords’ın yardımcılarından Gabe Zimmerman ve 9 yaşında bir kız çocuğunun aralarında bulunduğu 6 kişi öldü. Başından vurulan Giffords’ın, hayati tehlikeyi henüz atlamadığı açıklandı. Polis, Giffords’ın yaklaşık 1 metre mesafeden vurulduğunu ve saldırganın çevredekilere en az 20 el ateş ettiğini bildirdi.

AKLI YERİNDE AMA KAFASI KARIŞIK

Yetkililer, gözaltına alınan katil Jared Loughner’in (22) internette yayımladığı video ve mesajları mercek altına alırken, zanlının İncelenen kayıtlarda,"hükümete eleştirilerde bulunduğu, yeni para birimi ve zihin kontrolü gibi konulardan sözettiği görüldü".

İlgili linkler;

http://www.bbsradio.com/cgi-bin/webbbs/webbbs_config.pl?md=read;id=12047

http://www.freeyourmindconference.com/

http://www.greatdreams.com/1090wjkm.htm

http://exopolitics.blogs.com/files/dope-inc.---britains-opium-war-against-the-u.s.-major-expose-of-global-drug-trade-1978.pdf

Sadettin Ustaosmanoğlu'nun Katıldığı TEKE TEK Programı (İZLE)


Sadettin Ustaosmanoğlu'nun katıldığı TEKE TEK Programını bu linkten izleyebilirsiniz;

http://www.tvarsivi.com/player.php?y=7&z=2011-01-11%2021:13:28

‘Müvekkilime Telegramla işkence yapılıyor’




İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun avukatlarından Ali Rıza Yaman, Mirzabeyoğlu'na yapılan Telegram işkencesiyle ilgili olarak Akit Gazetesi'nin sorularını cevabladı.











MURAT ALAN’IN RÖPORTAJI
İBDA-C lideri olduğu iddiasıyla gözaltına alınıp müebbet hapis cezasıyla cezalandırılan Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıldır cezaevinde yatıyor. 11 yıldır telegram işkencesine maruz kaldığı söylenen Salih Mirzabeyoğlu, şu anda Bolu F Tipi Cezaevi’nde ve 6 yıldır 3 metrekarelik tek kişilik hücrede tutuluyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı Salih Mirzabeyoğlu’nun durumunu avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk. Müvekkili Mirzabeyoğlu’na ileri teknolojik yöntemler kullanılarak işkence yapıldığını vurgulayan Ali Rıza Yaman, 56 eser sahibi bir ilim ve sanat adamının hukuksuz bir şekilde alı konulduğunu, yapılan işkencelere rağmen Mirzabeyoğlu’nun insanlığa faydalı olacak eserler üretmeye devam ettiğini ifade etti. Mirzabeyoğlu yargılaması ve Ergenekon iddianamesine de giren telegram işkencesine kadar birçok konuyu Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk.

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun yaşam koşullarından başlayalım isterseniz?

Av. Ali Rıza Yaman: Salih bey, biliyorsunuz 12 yıldır cezaevindedir. 11 yıldır telegram işkencesine maruzdur. Şu anda Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 6 yıldır kaldığı 3 metrekarelik tek kişilik hücresindedir.

AKİT: Kimlerle görüşebiliyor?

Av. Ali Rıza Yaman: Haftada bir gün, iki saat avukatlarıyla.. İki haftada, o da bir saat ve kapalı olmak üzere ailesiyle...

AKİT: Sizin haricinde?

Yaman: Bizim haricimizde, hiç kimseyle görüşemiyor. İdam cezası verildiği ve bu, ağırlaştırılmış müebbete çevrildiği için tam bir tecrit altında.

AKİT: Röportaj öncesi bahsettiğiniz telegram işkencesine geleceğiz... Ondan önce hukuk sürecini kısaca anlatmanızı rica ediyoruz.

Yaman: Hukuk sürecini; “Fikri idam teşebbüsü” olarak özetleyebiliriz. Mirzabeyoğlu Davası’nda hukuk, fikri idam teşebbüsünün bir âleti, bir maşasıdır. Ve ortada sonucu başından belli bir tiyatro vardır. O dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı’ndan polisine medyasına kadar herkesin rolü bu tiyatroda bellidir. Tiyatro, Salih Bey’in 29 Aralık 1998’de, saat 14 sularında o gün için ilkokula giden çocuğunu almak üzere gittiği okulun önünde başlıyor... Salih Bey’in yanında eşi ve diğer çocuğu olduğu hâlde, üzerine saldırılıyor. Okulun önünde, eşinin ve çocuklarının yanında ve hiçbir resmî belge gösterilmeksizin... Aynı hukuk tanımaz tavırla, evi ve arabası aranmış, daha sonra da eşiyle birlikte, emniyete götürülmüştür.

ÖRGÜT EVİNDE YAKALANMIŞ ALGISI OLUŞTURULDU

AKİT: Bakın bu hiç bilinmiyor. Sanki örgüt evinde çatışmada yakalanmış gibi bir algı var kamuoyunda.

Yaman: Bilinmiyor, çünkü 28 Şubat medyası tam da belirttiğiniz gibi “Efsanevî örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yapmıştır. Oysa ki, okulun önünde, ailesinin yanında... Salih Bey, o gün için 41 tane eserin altına imza atmış bir fikir adamıdır. Hakkında hiçbir arama, yakalama, tutuklama kararı yoktur. Ama buna rağmen, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir havayla haber servis edilmiştir... Daha sonrasında; sorgulama aşaması. Bu sorguda, hukuk adına sergilenen tiyatronun ruhunu veren çok ilginç diyaloglar yaşanıyor. Müsaadenizle aktarmak isterim.

AKİT: Buyurun...

Yaman: Sorguda Salih beye; “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” deniliyor.

AKİT: Çok ilginç...

MADEM BİR ÖRGÜT VAR, SEN DE LİDERİ OLMALISIN!

Yaman: Daha da ilgincini söyleyeyim... Salih Mirzabeyoğlu’na; “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...” deniliyor. Salih Bey de; “Hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyor ve söylüyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, ‘Eroin yakaladık’ derdik.” Salih Bey bu ‘cazip’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince; sorgucular 28 Şubat Türkiye’sinde hukukun nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya... Buradan önüne ne giderse o.” O kadar ki iddianamede Salih Bey için; “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber...” ifadesi mevcuttur.

AKİT: Tespit edilemediyse, neye istinaden ceza veriliyor?..

Yaman: Tespit yok, münasip görme var... İBDA-C markasıyla faaliyet gösteren yapılar var. Bunlar hiç kimseden emir ve talimat almadan eylem yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensuplarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı...” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa, tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Bu bir şey ifade etmez. Ortada hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok... Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar, idam olmuştur. Özdemir Sabancı’yı öldürdüğü söylenen Fehriye Erdal’ın yaptığı eylemden, yaşamış olsalardı, Engels ve Marks sorumlu tutulup, onlara idam cezası verilebilir mi? Bunu hangi hukuk mantığı kabul eder?

AKİT: Peki bu kadar aleni bir hukuksuzluk nasıl yapılabilir?

Yaman: Bu kadar aleni bir hukuksuzluk, ancak amir-memur ilişkilerine göre belirlenen bir hukuk sisteminde yapılabilir. Hele bu ilişki tarzı, 28 Şubat gibi hukuk haysiyetinin yerlerde süründüğü bir dönemde daha belirgin hâle gelmişse durum daha vahimdir. 28 Şubat sürecinin ruhunu, mantığını en iyi bilenlerin başında gazeteniz ve okuyucuları gelir. Yeri gelmişken belirtelim; tesbih tanesi gibi dizilip, brifing alan ve aldıkları emre göre hareket eden sözde hukukçulara karşı gazetenizin verdiği mücadele; son derece takdire şayandır.

TELEGRAM METODUYLA İŞKENCE

AKİT: Telegram işkencesine gelelim isterseniz.

Yaman: Belirttiğimiz gibi; Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıla yakın bir zamandır cezaevindedir, Kartal F Tipi Cezaevi’ne alındığı günden bu yana, yani 2000 yılından beridir de telegram işkencesine maruzdur. Telegram, yani zihin yönlendirme işkencesi; düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. İşkencenin hedefi; insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca iç içe bahisler hâlinde telegramın birçok yönü ortaya çıkmaktadır... Burada hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddi bir fikrî seviyeye sahip olmayı gerektirir. Telegramın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs... birçok yönü var...

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun şikâyeti nedir?

Yaman: Daha önceden de ifade edildiği gibi; hem Salih Bey’in ve hem de bizim en büyük şikayetimiz bu... Yani meseleye bir psikiyatr edasıyla yaklaşılıp, “Evet, şikayetiniz nedir?” denilmesi. İşkence; “Evet şikayetiniz nedir?” denildiği ânda başlıyor. Bu soru, işkencenin en önemli unsurlarından biri ve hatta bizatihi kendisidir. Telegramı anlamak için belli bazı mevzulara dair malûmat sahibi olmamız gerekir. Bunlardan biri de mantık ilmidir, özellikle de “yeni mantık”... Zira işkence; hâkim ispat mantığı ve sorunu üzerine bina edilmiştir. Hadi ispatlayalım. Ne yapalım? Elektro-manyetik dalgaları elimizle yakalayıp, gösteremeyeceğimize göre... Mevzu zannediyorum anlaşılıyor. Binlerce km. öteden biri sizi cep telefonundan arıyor. Nasıl arıyor, nasıl sesini duyuruyor? Milyarlarca telefonun frekansı niçin ve nasıl karışmıyor? Elektro-manyetik dalgalarla. Peki bu dalgaları eliyle tutup, “işte bu dalgayla konuşuyorum” diyebilen var mı? O zaman? O zaman evvelâ şunu anlayacağız; bu işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamaya kalkmak işkencenin bizatihi kendisidir.

AKİT: Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın dediği gibi, kendi içinde boğmak, ...

Yaman: Aynen... Telegramcıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.

DALGALARLA FİZİKİ İŞKENCE

AKİT: Fizikî tezahürleri nedir?

Yaman: İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tespit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve ‘Bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir’ demiştir. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor.

ESER ÜRETMEYE DEVAM EDİYOR

AKİT: Bir adliye muhabiri olarak bu mevzuların çokça konuşulduğuna şahid oluyoruz. O konuşmalarda şöyle bir şey de söyleniyor: “Salih Mirzabeyoğlu’na iddia ettiği işkence yapılsaydı, istediklerini yapar, kitap yazdırmazlardı.” Ne diyorsunuz?

Yaman: Bunu biz de duyduk ve bunların konuşulmasını güzel bir gelişme olarak algıladık. Zira “böyle bir şey olur mu canım, nereden çıkartıyorsunuz, hapishane şartlarının etkisiyle söylenen sözler” evresinden, “böyle bir şey yapılmamıştır, yapılsaydı netice alınırdı” evresine gelinmiş demektir. Ki, bunu telegramcıların mağlubiyetini kamufle çabası olarak görmek mümkün. Zira işkencede istenilen neticenin alınamadığının en büyük göstergesi; Salih Mirzabeyoğlu’nun bu süreçte yazdığı 15-16 tane eserdir. Salih bey, bu eserleri için “Telegram Serisi” der. “Yapılmak istenseydi, yapılırdı.” sözündeki yapılan aynı vahim mantık hatasına ayrıca dikkat çekmek isterim.

AKİT: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Av. Ali Rıza Yaman: Mirzabeyoğlu, cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye, en başta da telegram işkencesine rağmen 16-17 tane daha eser verdi... Konuşmaya buradan başlayalım: 56-57 tane eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık niçin olması gerektiği şekil ve kadarıyla konuşulmamaktadır?


Av. Ali Rıza Yaman, telegramcıların mantığını şöyle anlattı: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur. İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır.


28 Şubat medyası “Efsanevi örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yaparak kamuoyunu yanlış mecralara yöneltti. Oysa bu haber kökünden yanlıştı. Yalanlanmalıydı. Fakat 28 Şubat medyası, yalanlama yerine, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir edayla üzerine gitti. İddianamede “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber” denilerek lider olduğundan bahsedilip, işkence altında müebbet hapse çarptırıldı.

“VERİRSİN DALGAYI İSA OLUR... ANLATMAYA KALKSA KİMSE İNANMAZ”

AKİT: Ergenekon İddianamesi’nde buna benzer bir ifadeyi hatırlıyorum...

Av. Ali Rıza Yaman: Evet. Zannediyorum Ümit Sayın’ın ifadesiydi. “Verirsin dalgayı, İsa olur, Musa olur... Anlatmaya kalksa, kimse inanmaz.” diyor. 2000’li yılların Türkiyesi’nde bu mevzu konuşulmaya başlandığı vakit, yarım ağız konuşuluyor ve bütün cehd; nasıl ispatlanacağına veriliyordu. Dayatılan ve sahte olan ispat mantığının dışına çıkan herkes hemen fark eder ki; işkenceden gaye de asıl olarak budur. Özetlersek... Elektro-manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi; bildik türden hâkim ve dayatılan ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. Zira diyalog şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat... İşte şöyle oluyor, böyle oluyor... İspatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar... Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektrikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz?

TELEGRAM-Zihin Kontrolü.....QUANTUM - Kuvantum





KUŞATILAN - KUŞATAN*

Salih Mİrzabeyoğlu

İnsan beyninde yaklaşık 100 milyar nöron (sinir hücresi) vardır, her sinir hücresi ise yaklaşık 1000 snaps’e (diğer sinir hücreleri ile bağlantılar) sahibtir. Bu, beyinde 100 trilyon bağlantı bulunduğu mânâsına gelir. Bunlardan elektrokimyevî impulslar (itici kuvvet, sevk, uyarı, tesir, ânî his, saik, çok kısa zamanda tesirini gösteren büyük kuvvet) geçer; fikir, resim, fantezi, kavram, ruh hâli, duygu, arzu, korku, vizyon-görüntü, içgüdü ve diğer bütün zihne ve akla âit tecrübelerimizin esasını teşkil eder. Bununla beraber bunlar, beynimizin sadece FİZİKÎ REALİTE’sidir. Bütünün realitesi nedir? Manevî içgüdülere nasıl sahib oluyoruz? SEZGİ NEDİR? Zihnî ve akla âit bir resim, bir tasvir, fizikî bir davranışa nasıl dönüşüyor? Telepatik (uzaktan haberdar olma) veya gaibten haber alacak şekilde bütün bu bağlantılar-münasebetler, birlikte (hiss-i müşterekte) nasıl çalışıyor. Öfke nedir? Sevgi nedir?

Beyin, bütün vücuda yaygın faaliyetlerin merkezidir; VÜCUDUN HER YERİNE AİD OLANIN MERKEZİDİR. Bütün canlı organizmaların vücutlarını saran bir “elektromanyetik bir zarf”a sahib olduğu bilinmektedir. Çevreden gelen uyaranlara cevab veren bu zarf, zihne âit kavramların isimleriyle anılan bir alan olarak kabul edilmektedir. Bu alanlar, maddenin mânâya delil olması halitası-karışımı gibi bir intiba vermektedirler.

l

Zihne aid kavramların mânâlarını ihtiva eden alanlar, tek bir alandır.

l

Kısaca belirtmek gerekirse, atomaltı parçacıkların tamamı “kuantum” olarak değerlendirilebilir. Günümüzde bu gruba giren pek çok parçacık bulunmuş ve bulunmaya da devam edilmektedir. İçlerinde en çok bilinenleri ELEKTRONLAR’dır. Kuantum adı verilen parçacıklar, artık hepimizin bildiği gibi kâinatın her köşesinde bulunmakta, hareketsiz ve sabit olarak gördüğümüz bütün maddelerin varlığı, atomlara ve dolayısıyla bu parçacıklara dayanmaktadır. “Kuantum parçacıklarını nerelerde kullanırız?” sorusunun cevabı çok geniş bir sahayı kapsamaktadır. Bugün her evde kullanılan televizyonlar, bilgisayar ekranları, bilgisayar kasa tâbir edilen bölümünün içindeki parçaların hemen hepsi, telefonlar, radyolar, teybler, kısacası; elektronik malzeme ihtiva eden bütün cihazlar hep KUANTUMLAR’ın belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak oluşturulmuştur.

Televizyonların ELEKTROMANYETİK DALGA’yı algılayıp bunu görüntüye ve sese çevirmesi hâdisesi, aynen beyinde de mevcuttur. Beyin de dışarıdaki FREKANS okyanusundan sadece veri tabanına uygun frekansları algılar.

Algıladığı frekansları gerekli dönüşümleri yaparak ses, görüntü, koku, tad ve dokunma ile algıladığımız oluşumlara çevirir.

l

Televizyon vericisi diye, seçilen şahsın beynine ayarlı TELEGRAM cihazını, beynimizi de bütün algılarımızı ve düşüncelerimizi radar cihazına muhatab bir verici gibi düşünürsek, kestirmeden bir misâlle cep telefonlarıyla karşılıklı haberleşme gibi bir durum: Bir yanda cihaz, öbür yanda onun bütün duyu organlarınca algılanabilir ve eziyet edilebilir tesirlerini yaşayan insan. Frekansı elle tutamayacağına göre, İSBATI KABİL OLMAYAN bir iş; bundan dolayı da kolayından “psikolojik bunalım” numarasına havale edilebilir!


*Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası, 28.Bölüm. (Kuvantum kısmı)

Cemaat ve Cemaatçilik (Özet Video)

Furkan Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sadettin Ustaosmanoğlu'nun katıldığı 8. Gün Programın özet videosu..



GÖLGE CIA'nın İSMAİLAĞA Tedirginliği



ABD’de “gölge CIA” olarak bilinen özel istihbarat ajansı STRATFOR’un kurucusu ve başanalisti George Friedman, beş ülkelik “Jeopolitik Yolculuk” serisinin son ayağında Türkiye’yi yazdı.


Kurban Bayramı tatili sırasında Türkiye’ye gelen Friedman’ın analizinden satır başları:
Türkiye önümüzdeki yıllarda en büyük bölgesel güçlerden biri haline gelecek. Ülkenin küresel kriz sırasında sergilediği ekonomik büyümeyi göz önünde bulundurduğunuzda bile bunu anlayabiliyorsunuz. Tahmin edilebileceği gibi bu süreç ülke içindeki siyasi tansiyonu yükseltirken, Türkiye’nin kurduğu ittifakları da değiştiriyor. Bunun iyi bir şey olup olmadığı tartışılabilir ancak Türkiye gözümüzün önünde bir dönüşüm geçiriyor.

ABD'NİN ÖTESİNDE BİR DURUM

Bu dönüşümle ilgili tartışmaların kalbinde İslam yatıyor. ABD’nin hem Afganistan hem de Irak’ta savaştığı ve İran’la gerginlik yaşadığı bir dönemde bir Müslüman ülkenin tavrındaki değişiklik alarm zillerini çaldırıyor. Ancak bu ABD’nin ötesinde bir durum. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana birçok Türk Avrupa’ya göç etti, ancak yeni ülkelerinde asimile olmadı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bu durum Batı’nın Türkiye algısını belirleyen en önemli faktörlerden biri.

ÇARŞAMBA GERÇEĞİ

İstanbul’da geçirdiğim sürede Çarşamba’yı da ziyaret ettim. Bir laikin “Suudi Arabistan” diye nitelendirdiği bu mahalle beni Türkiye’yi yönetmeye talip herhangi bir partinin karşı karşıya kalacağı en büyük sorunu düşünmeye itti. İstanbul’da hassasiyetleri ve değerleri itibarıyla Avrupalı olan birçok yer var. Ancak aynı zamanda Çarşamba gibi ya da Anadolu’daki köyler gibi kendilerine güvenleri dikkatten kaçmayacak bölgeler de var.
Laikler buralarda yaşayan insanları uzun bir zaman boyunca göz ardı etti ancak o zamanlar geçti. Bu insanları Türk toplumuna entegre etmeden Türkiye’yi yönetmek mümkün değil. Bu gruplar İslam dünyasının büyüyen bir trendinin en canlı örneği. Çarşamba İstanbul için aşırı bir örnek olabilir, ama meseleyi çok net bir biçimde ortaya koyuyor.

8.Gün'de "Cemaat ve Cemaatçilik" tartışıldı!

TV8'de yayınlanan ve Gökmen Karadağ’ın yönettiği, Prof. Dr. Haluk Şahin, Sabah gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak ve Posta gazetesi yazarı Candaş Tolga Işık’ın sürekli yorumcu olarak katıldığı, Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ve Furkan Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sadettin Ustaosmanoğlu'nun konuk olarak katıldığı 8.Gün Programında Cemaat ve Cemaatçilik konusu tartışıldı.







±























CEVAT ÜLGER (KARAMEHMEDLER) -TAKDİM-






VI. LEVHA*

KENDİMİ TAKDİM

1) Mimarî, hayatla en bağlı bir sanat dalıdır. Yatak odası, hela, hamam vs.

2) Mimarîyi takip etmek, bir bakıma cemiyeti sosyo psikolojik değişimlerini takip etmek oluyor.

Osmanlının hayat değişimlerini takip etmek, hattâ, adeta bir sinema gibi, daha da ileri, elle tutulur gözle görülür bir şekilde takip etmek için, mimarîyi takip etmek en müsbet yol oluyor.

3) Mimarîyi de takip etmek için, Osmanlının sosyal değişmelerini ele almak icabediyor.

4) Osmanlı 18. asır sonuna kadar çok tatlı ve tabiî bir tekâmül içinde gelişip ilerliyor. Sadece konsrüksiyona bağlı, malzemenin kendisini kullanarak... Detay ve nakış lâzım ise, tabiata benzemeyen, abstre biçimler kullanılıyor.

5) Avrupa bunu yapamıyor, daima tabiatın görünen yanlarını yapmayı sanat kabul ediyor, fakat muvaffak olamıyor. Çin ve Japonya tabiatçılıkta Avrupadan çok ilerde...

6) 18. asırda Osmanlının Avrupa karşısında geri duruma düşmesiyle çare aranıyor ve çare hazır; hristiyan olmak... Tabiî, bu durumu mimarîde de görüyoruz. Avrupadan Hristiyan mimarlar getiriliyor.

Nur-u Osmaniye, Simon kalfa tarafından...

Yeni Fatih Camiî, ? Fossati olabilir...

Ortaköy Camii, Dolmabahçe Camiî, Dolma-bahçe sarayı, Nikağos Balyan tarafından...

Aksaray Valide Camiî, Montani ve Gatik...

II Abdülhamidin, Muncini Davonco...

7) Topkapı Sarayı dururken Dolmabahçenin yapılması, İslâmca yaşamaktan kaçmak oluyor.

20/11/968 ESKİŞEHİR





Çok Muhterem Hocam

Önce kendimi tanıtayım. Sizin talebeniz olduğum zamanın üzerinden epey zaman geçti, öyle zannediyorum ki hatırlamanıza imkân yok.

1953 yılı Gazi Eğitim Enstitüsü Resim İş Bölümü mezunuyum.

O zamandan beri içine girdiğim şartlar beni Osmanlı sanatları ile ilgilenmeğe ve onun içinde bizzat çalışmaya sevk etti. Bu çalışmalar başlayınca, zincirleme birbirini takip ederek tam manasıyla Osmanlı resim, nakış, dekor, mimarlık saatları içine girdim. Diğer taraftan modern sanatla da ilgimi kesmiyordum. Birçok noktalarda bu çalışmalar beni Osmanlı sanat esprileri ile modern Avrupa sanatlarını birleştirmeye götürdü.

Bilhassa Osmanlı sanatları mevzuunda, gerek mimarî projelerini de bizzat hazırladığım, gerekse projelerini başka mimarların hazırladığı birçok yapının duvar, tavan, taban dekorlarını yaptım. Osmanlıların mukarnes dedikleri stalaktitler üstüde, alçı, beton, mermer, plastikle, birçok tatbikatlarım var. Stalaktitlerdeki abstre hava beni çok sardığı için, sütun başlığı, tavan kornişleri, mihrab hücre tavanları olarak, bilhassa geniş bir çalışmam oldu.

Rumî, Hataî, arabesk nakış sistemleri üstünde de gerek alçı, gerek Kütahya çinisine desen vererek, doğrudan doğruya duvar üstüne fresk tekniği ile boyama çalışmaları yaptım. Kartonpiye ile dekor tatbikatımda da epey çalışmam var.

Vitray bahsinde, bilhassa belirtmek istediğim çok geniş çalışmalarım oldu. Demir, beton, alçı, PLÂSTİK ile, İslâm ruhuyla ilgili eserlerde Osmanlı motifleri, modern yapılarda ise abstre tatbikatlar yaptım. Serbest kaldığım zaman da mezcedici kompozisyonlar yaptım.

Turistik bir devre girdiğimize göre, yeni yapılacak sayısız inşaatlarda Türk sanat esprisini muhtelif yollarla tatbikata koymak icab edecektir. Bu tatbikatın elemanlarının yetiştirilmesi, siz hocamızın müdürü bulunduğu, Tatbiki Güzel Sanatlar Okulunun vazifesi olacaktır. Ve eski bir talebeniz olan ben, bu hususta size yardımcı olabilirim. Sizin durup dururken benim yaptığım işlerden haberiniz olamayacağını düşünerek, haberi kendim vermeyi uygun buldum. Eğer bu hususta idareniz altında bir hizmet görebilirsem, bu bana büyük şeref verecektir.

Selâm ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim.

Talebeniz CEVAT ÜLGER

Eskişehir Koleji Resim Öğretmeni

ESKİŞEHİR



Not:

Müesseseniz öğretim üyeleriden Hasan Kavruk, çalışmalarımı gayet iyi bilmektedir. Hatta müfettişliği sırasında bir vekalet teşekkürü almama vesile olmuştur.

Eskişehir'de; Seyit Hoca, Bahçelievler, Gökmeydan, Sümer, Orhangazi, Bedreddin, Aliçavuş,Esentepe cami yerinin bütün proje, inşaat, dekor tatbikatları...

Tavşanlı'da namazgah, Tunçbilek camilerinin, Ankara'da Abidinpaşa, Adapazarı Onevler camiinin, bütün mimarî proje ve tatbikatları...

Balıkesir İncirli Camiinin sadece alçı dekorları...

Eskişehir'de, Site apartmanı subasman ve giriş betonarme rölyefleri, tunç heykelleri,

Raybank'ın tabanları, Atalay mağazası dekorları, Lama kundura mağazası dekor tatbikatı, Könel Han betonarme rölyef ve demir konstrüksiyon vitrayları, Sönmez İşham, Polatlı belediye bina ve sinemasının duvar rölyefleri, vs.

Eğer arzu edilirse, fikir verecek fotoğraflardan da gönderilebilir.





Çok Muhterem Ali Rıza Alp Bey

Allah'ın selâmını vermemiz tabiîdir. Ardından kendimi tanıtmam herhalde faydalı olacak.

Eskişehir Milliyetçiler Derneği Başkanı Cevat Ülgerim. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü 1953-1954 yılı mezunuyum. Halen Eskişehir Maarif Koleji Resim öğretmeniyim. Sizinle, geçen yılki İzmir Milliyetçi Öğretmenler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği Genel Merkezinin tertiplediği kurultayda beraber bulunmuştuk, daha sonra da dönüşte Bursa'da görüşmüştük. Belki hatırlayacaksınız.

Bundan bir müddet önce Osman Akkuşak Beyle tanışmıştık. Milliyetçi cephenin bilhassa münevver sanat elemanlarından yoksun bulunduğundan dert yanmıştık. Bunun yanında mevcut elemanların da darmadağınık olduğunu, kıyıda köşede tanınmaz olarak zaman geçirdiklerini kabul etmiştik. Bütün mühim noktalarda solcu sanat adanılan, kabiliyetsiz ve esersiz de olsalar hakim oldukları aşikârdır. Bu dertleşme esnasında Osman Akkuşak Bey, benim çalışmalarımı, ortaya koyduğum eserleri öğrenince, bu durumun değerlendirilebileceğini beyan etti. Gereken temasları yapacağını vadetti. Birkaç gün evvel de adresime gönderdiği kartta sizinle temas ettiğini yazıyor, sizinle telefonla veya mektupla temas etmemi, size bilgi vermemi istiyordu. Bu duruma uyarak size bu mektubu yazıyorum.

Telefonla, herhalde bir emrivaki şeklinde konuşmanın faydalı olmayacağına kanaat getirerek, mektup yazmayı uygun buldum.

Halen İstanbul Eğitim Enstitüsü'nün bir resim bölümü açıldı, hoca ve öğretim görevlisi tam değil. Orta öğretime hoca hazırlayan bir müessesede bizim cephenin mücahidi olarak çalışmak, herhalde vazifedir. Nasıl olsa oraya Gazi Eğitim Enstitülü bir eleman tayin edilecektir, bizden birinin tayini çok faydalı olacaktır. Bizim tayinimiz için esbab-ı mucibe kabilinden de birçok unsur var. Şunlar sayılabilir: Sayısız kitap kapağımız basılmıştır. Yazdığımız, resimlediğimiz ve neşrettiğimiz ilkokulların resim-iş dersleri için çok faydalı olan, tebliğler dergisinde öğretmen okulları, öğretmenlere yardımcı ders kitabı olarak tavsiye edilmiş olan «Oyuncak Masalları» adlı kitabımız halen piyasada satılmaktadır. Ve bu sahanın tek eseridir. Kibrit kutusu, gazoz kapağı, mantar, makara gibi lüzumsuz eşyalardan, iş derslerinde oyuncaklar yapılması resimlerle anlatılmakta, çocukların hazır oyuncaklardan ziyade kendi yaptıkları oyuncaklarla oynadıkları, hazır oyuncakları derhal bozdukları dikkate alınarak... İki yıl evvel Beyoğlu Belediye Güzel Sanatlar Galerisinde bir sergimiz açılmış (tabiî bizim gazeteler hariç maalesef) basın tarafından eserler takdirle karşılanmıştı. Yeni gazete, bir halımızın fotoğraflarını neşrederek, halının bir sanat eseri olduğunu takdirle yazmıştı. Aynı şekilde Akşam da, Kim'de, Meydan'da geniş panolarımız vardır. Gerek Eskişehir içinde gerekse dışında, demir konstriksiyonla sayısız vitraylarımız, mozaik, maden ve alçı ile de herkesin önüne rahatça çıkabileceğimiz heykellerimiz vardır.

Bütün bunların yanında, (sadece size bir fikir vermek için yazıyorum.), sayısını hatırlayamadığım mimarî eserlerimiz de var. Bir kısmı bitmiş, bir kısmı halen inşa halinde, bir kısmı da proje halinde, cami, otel, hamam olarak, çalışmalarımız bir fikir verebilir. Bilhassa cami inşaatlarında, Osmanlı ve Selçuk mimarî ananelerinin modern malzeme ile birleştirilerek yeni bir üslűpla ortaya çıkılabileceğinin ispatını hazırlamaya çalıştık. Ayrıca Eğitim Enstitüsüne gitmeden evvel Çapa eğitim enstitüsünün, yıldız resim seminerinde okumuş olmamız da bir sebep sayılabilir.

Bunların yanında, bizim hizmet sahamız, Beşiktaş Tatbikî Güzel Sanatlar okulunda da devam edebilir. O mektep, Türk turizminin tatbikat elemanlarım yetiştirmek için açılmıştır. Tabiî şu, anda kendi sanatlarımızın hiçbir dalı ile ilgisi; yoktur. Tabiî bir yandan elemansızlıktan, bir yandan da sanatımıza duyulan antipatiden olabilir. Ben hemen 15 yıldır Türk sanatlarını bütün dalları ile ilgili olduğumdan, sayısız tatbikatlar verdiğimden, oranın da öğretim kadrosuna katılmam bütün istikametlerden faydalı olabilir. Osmanlı mimarlığının hemen bütün tatbikat elemanları, vitray, kartonbiye tekniği ile, rumî, hataî, kabartma, nakış sistemleri için rahatça öğretim vazifesi yapabilirim. Bir yüksek okul içinde, bir milliyetçi olarak da tabii ki çok daha başka vazifelerle yüklü olacağız.

Yukarıda takdim ettiğimiz hususları gözönünde tutarak, gerek birinci gerekse ikinciye... (S.M. Tamamen silik olduğu için cümleyi yarım bıraktım.)



Çok muhterem Başkan

Ali Rıza Surat Bey

Sabah Gazetesinin 24/Kasım/l965 tarihli nüshasında Camimize ait cemiyet ilânınızı okudum.Milletimizin büyük hamiyet örneklerinden birinin daha başlamakta olduğunu iftiharla düşündüm. İnşallah muvaffakiyetle sonu da alınır.

Bizim Eskişehirde kurulmuş bir müessesemiz bulunmaktadır, maalesef bazı imkânsızlıklar dolayısiyle geniş bir tanıtma faaliyetine girişemedik.

Kağıdın başlığında da görebileceğiniz gibi, müessese bütün teferruatı ile cami meseleleri ile uğraşıyor. Gayemiz, bin yıldan fazla zamandan beri inkişaf eden İslâm Türk mimarisini, asrımızın verdiği teknik mokalarla işleyerek modern İSLÂM mimarimizi meydana getirmektir.

Şurasını açıkça belirtmek isteriz ki, birkaç yıldır yapılan camilerimiz, Avrupanın yeni kilise kabukları, veya spor salonları, veya yüzme havuzları espirisile inşa edilmekte, alelade Avrupa kopyası basit inşaatlar meydana getirilmektedir. Halbuki kendi mimarimiz, Avrupa'nın rüyasında göremeyeceği, harikulâde ve modern mimarîleri, yüzlerce yıl evvel meydana getirmiştir. Bu dev örnekler ortada dururken, basit ve adi hristiyan mimarî meselelerinin tatbikini yapmak, bilemeyiz ne derece uygun olur.

İnşaata yeni başlayacağınıza göre, temas temin etmemiz, eğer daha önceden verilmiş bir kararınız yoksa, yazmanız uygun olacaktır. Müessesemiz halen Eskişehir Aliçavuş camii, Seyyit Hoca Camiî, Esentepe Camiî, Gökmeydan Camiî, Sümer Camiîni, Tavşanlı'da Namazgâh Mah. Arif Ağa Cami'ni, Tepecikköyü Camiîni, Kütahya yolu üzerinde Orhangazi Camiî projelerini hazırlamış, bir kısmını inşaatını bizzat yapmış, bir kısmının da mutlak kontrolünü yapmıştır. Halen Eskişehir Tepebaşı mahallesi ve Sarısu mahallesi Muradiye Camilerinin projeleri üstüde çalışmaktadır.

Arzu edilirse elimizdeki doküman ve fotoğrafları takdime hazırız. Hatta bizzat eserlerimiz görülerek doğrudan doğruya bir fikir alınması çok daha uygun olacaktır. Müessesemiz, mühendislerce «kabuk statiği» denen kubbe beton ve statiği hesapları üstünde teferruatlı bir çalışma ve tecrübe sahibidir. Bu, esasen eserlerimizde de görülecektir.

Selâmlar.

29/9/1965

Cevat Ülger

(imza)



T.C

16/12/1971

İSTANBUL BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI Müdürlüğü

Sayın Cevat Ülger

Sayı : 2331

Eski Keresteciler Sok. Eki:1 No : 1 C.

Mimarlık İnşaat Bürosu

Üsküdar



Osmanlı ve Selçuk devirlerine ait dekorlar hakkındaki 19.11.1971 tarihli mektubunuz Tiyatromuz Yönetim Kurulunca okunarak almış olduğu 8.12.1971 gün ve 813 sayılı kararı örneği ilişikte sunulmuştur.

Bilgilerinizi rica ederim.

Saygılarımla.

S. Tekiner Basri Dedeoğlu

Md. Yardımcısı Şehir Tiyatroları Müdürü

(İmza) (İmza)



8.12.1971

Sayı: 813

Yönetim Kurulu Karan

1 — Geçen zabıt okundu aynen kabul edildi.

2 — Üsküdar Eski Keresteciler Sokak No. 1 de Mimarlık İnşaat Bürosu sahibi Cevat Ülger imzalı 19.11.1971 tarihli mektup okundu:

Bay Cevat Ülger mektubunda «Koca Sinan» temsilini seyrettiğini, piyesin oynanışı hakkında bir mütalâada bulunamayacağını, fakat dekor üzerinde bazı şeyler söylemeği vazife kabul ettiğini belirterek, dekor'un Batı filim ve tiyatrolarında Alâaddin'in sihirli lâmbası oynanırken gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmayan tamamen hayalî bir Doğu alemine benzediğini, sedirler ve oturulan puflar gibi aksesuarın da yine aynı durumda olduklarını bildirerek, onyedi yıldır Osmanlı ve Selçuk Mimarlığı ve dekoru ile iştigal etmekte bulunduğundan, bundan böyle Osmanlı ve Selçuk devirleri ve Anadolu ile ilgili piyeslerin dekorlarında müesesesesinin Tiyatromuzun emrinde olduğunu ve bu yardımı milletine bir hizmet olmak üzere zevkle kabul edeceğini beyan etmektedir.

Sayın Cevat Ülger'in Tiyatromuza göstermiş olduğu yakın alâka, Yönetim Kurulumuzu ziyadesiyle mütehassis etmiştir. Böyle bir görevi fahrî olarak zevkle yerine getireceğini bildiren Sayın Cevat Ülger'e şimdiden teşekkürlerimizin bildirilmesiyle, yazıda sözü geçen türlerde piyesler sahneye konulması karar altına alındığı zaman kendisinin bu hususda bizlere yardımcı olmak üzere davet edileceğinin bilgilerine sunulmasına oy birliği ile karar verildi.

Başkan Üye

Vasfi Rıza Zobu Basri Dedeoğlu

(İmza) (İmza)



M.S.P. Genel Başkanlığına

Ankara

6 ay önce M.S.P. Eskişehir senatör adayı olmam ricası ile, Hasan Özkeçeci tarafından bana başvuruldu. Ben, «eğer benden başka kimse bulunmaz, ve parti de sadece bu yüzden seçimlere giremeyecek duruma düşerse, ve seçimler girmeniz bana bağlı kalırsa kabul, ama başka birini bulursanız veya seçimlere mani bir hal zuhur etmezse kabul etmem» dedim. Ve, Hasan Özkeçeci'nin sözüne güvenerek beyanname verdim.

Fakat ilk ilânlarda adımın M.S.P. Eskişehir Milletvekili adayları arasında çıkması beni şaşırttı. Senatör adayı bulunmuştu, şu halde benim adaylığım artık bahis mevzu olmamalı idi.

Vaziyet bu kadarla da bitmiyor. Liste tamamen yalan beyanlarla dolu.

A — Ben teknisyen değilim. Bu sıfatı ve rütbeyi veren mekteplerde okumadım. Böyle bir diplomam veya sertifikam da yok.

B — «İstanbul Mimarlık Bürosu İdarecisi» de değilim. Böyle bir büro var mı yok mu bilmiyorum, ama benim böyle bir büro ile alâkam yok. Kendimin bir mimarî bürom vardı, 1972 yılı sonunda kapattım.

C — Asıl kariyerim: Ben G.E.E. Resim bölümü 1953 yılı mezunuyum. 15 yıl resim ve sanat tarihi öğretmenliği yaptım. Son çalıştığım okul, Eskişehir Maarif Kolejidir, Oradan da Orhan Oğuz tarafından sağ propaganda suçlamasiyle atıldım.

D — Şu anda Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu 4. sınıf öğrencisiyim. Türkiye çapında Osmanlı mimarlığının modernize örneklerinin mimarî mücadelesini vermekteyim.

Benim anlayamadığım husus, meslek adımın küçültülerek verilmesinin partiye ne kazandıracağıdır.

Yüksek seçim kurulu nezdinde sessizce istifa ederek, hem kendi meslek adımı, hem de partinin bu hatalarını kurtarmayı istedim. Ve, istifa ettim. Halbuki aynı liste yine aynı hatalı beyanlarla çıktı.

Durumun lütfen düzeltilerek istifamın temini ve böylece ilerde partinin müşkül vaziyetlerden kurtulabileceğini saygıyla arzederim.

Cevat Ülger

Öğretmen - Mimar

Adres: Selmanağa Man. Kargazarife Sok. No: 2/1 Üsküdar–İstanbul

(İmza)





T.C

24 Şubat 1964

MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI

Eskişehir Koleji Müdürlüğü

Sayı: 231.1.260

GİZLİ ve Zata mahsustur

Cevat Ülger

Resim - İş Öğretmeni

Derslerinizde öğrencilerinize dersinizle ilgisi bulunmayan konularda konuşmalar yaptığınız bazı öğrenci velilerinin sözlü müracaatiyle anlaşılmış bulunmaktadır.

Öğrenciler, kendilerine sosyalizm, nasyonalizm, komünizm gibi fikir ceryanlarından bahse dildiğini velilerine duyurarak, mana ve mahiyetini anlıyam adakları bu doktrinlerin açıklanmasını velilerinden istemişlerdir.

Öğrenciler, kıyafet bahsine de temas ettiğinizi, kravat takmanın lüzumsuzluğuna işaretle «Bunun Batıyı taklit demek olduğunu» söylediğinizi ifade etmişlerdir.

Okulda kıyafet disiplininin ve medeni giyinişin bir şartı telâkki ettiğimiz kravatı, bütün öğrencilerimizin takmasını mecburi kılar ve bununla mücadele ederken, sizin bu konuşmalarınızın ve kravat takmayışmızın okulun bu yoldaki hareketini ne derece güçleştirdiğinizi takdir edersiniz sanırım.

Öğretmen olarak vazifemizin, okulun prensiplerine, yönetmelik hükümlerine uymak ve okul idaresinin bu yöndeki işini kolaylaştırmak olduğunu açıklamayı zait addederim.

Yukarıda işaret edilen konulardaki konuşmalarınızın dersinizle olan münasebeti, maksat ve gayesi anlaşılamamıştır. Bahusus ki, öğrencilerimizin seviyeleri bunları anlamaya hiç de müsait değildir.

Bunların, bu konularla münasebeti olmayan bir dersin öğretmeni tarafından söylenmesi, velilerce de çok mânâsız ve câlib-i şüphe görülmektedir.

Hele kravat aleyhindeki sözleriniz ve kravat takmayışmızın sebeplerini anlamak mümkün olamamıştır.

Netice olarak :

Bu konularda konuşmaya niçin lüzum gördüğünüzü, bu hareketinizin mânâ ve maksadını

bir yazı ile özetlemenizi,

2) Öğrencilerimizin seviyeleri bu konuları anlamaya müsait bulunmadığından, taundan böyle bu kabil konuşmalarda bulunmamanızı,

3) Okul idaresinin icraatını güçleştirmemek için hiç olmazsa okulda muhakkak kravat takmanızı önemle rica eder,

Bu tarz ve hareketinizin ileride bir tahkik konusu olarak hakkınızda —arzu edilmeyen— fena sonuçlar doğurabileceğine dikkatinizi çekerim. Saygılarımla...

Eskişehir Koleji Müdürü

Sabri Örülü

(İmza)



Eskişehir Koleji Müdürlüğüne

Müdürlüğünüzün 24 Şubat 1964 tarih ve 231. l - 260 sayılı yazısına cevaptır.

I — Aynı mevzu ile ilgili olarak sualllerinizi sorarken, velilerin ve sizin (komünizm aleyhtarı olduğumu ve komünizm aleyhinde konuştuğumu bildiğinizi) tasrih etmiş olduğunuz halde, yazılı suallerinizde bu noktanın açıkça belirtilmediği görülmektedir. Ben yazılı suallerinizde bu durumu bildiğinizi nazarı itibare alarak cevaplandıracağım.

Amerikaya burslu öğrenci gönderme imtihanında mümeyyizlerin, öğrencilere (sosyalizm nedir, sosyal adalet nedir, komünizm nedir?) suallerini sormaları üzerine öğrenciler bana gelerek bilmedikleri bu kavranılan izah etmemi istediler.

Öğrencilerimin sordukları sorulara, ders konumun dışındadır diye cevap vermemezlik edemezdim. Şu veya bu mülâhaza ile cevaptan kaçınmanın öğretmenlik vakarını ve meslek ahlâkını zedeler mahiyette olduğu —ön düşünceye sahip olmayan— herkesin takdir edeceği bir gerçektir.

M.E.B. ibrahim Öktemin, Cumhuriyet Senatosunda (Komünizm Türkiye'de kanun dışı sayıldığı için bu ideolojiyi benimseyen bazı şahıslar gizli ve sistemli olarak çalışmaktadırlar, artık tehlike çanı çalmıştır.) şeklindeki feryadı sırasında, vilayetimizdeki bir yeraltı komünist çalışma faaliyetinin meydana çıkarılması ve içlerinde bazı maarif mensuplarının da bulunması, bu kavramların yanlış anlatılmasından ve istismara müsait olmasıdan dolayı olsa gerektir. Ayrıca 6 Ağustos 1929'da Eskişehir Garında temyiz üyesi hakimleri ile Şeker Fabrikası işçilerine Atatürk'ün şu hitabesi, (bu memleketteki komünistler yalnız bizim tevkif ve hapis ettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından alâkadar olacağım. Şurası unutulmamalıdır ki, TÜRK ALEMİNİN EN BÜYÜK DÜŞMANI KOMÜNİSTLİKTİR, HER GÖRÜLDÜĞÜ YERDE EZİLMELİDİR.) işaretinin ışığı altında yukarda bahsi geçen kavramları ve bilhassa komünizmin gerçek mahiyetini anlatarak şiddetle tenkit ettim.

Kaldı ki ben bir Milliyetçi olarak, derslerimin konusu ile doğrudan doğruya bağlı olmadığı ve benden sorulmadığı halde bile, milletimizin çok zor şartlar altında tedarik ederek ödediği vergiden nafakamı temin etmemin verdiği engin mesuliyetle, Milletimin elime teslim ettiği çocukları, onu tehdit eden her tehlikeye karşı korumak durumunda bulunuyorum.

Hattâ bütün öğretmen ve idareci arkadaşlarla, memleket sever aydın velilerin ayni mesuliyeti paylaşarak bu yıkıcı faaliyetler karşısında sıkı bir iş birliğine katılmalarının lüzumuna inanıyorum.



II — Kıravat meselesine gelince: Sınıfta bir öğrencim tarafından, —neye kıravat takmıyorsunuz— sualine karşı verilen zaruri bir cevabın idarenizce yanlış istihbar edilmesinden veya verdiğim cevabın suî tefsire tâbi tutulmasındandır. Bu suale verdiğim cevap aynen şu olmuştur. (Ben kendi hayatımı, yaşama hürriyetimi kazandım. Bana böylesinin daha iyi yakıştığı kanaatmdayım, siz de mezun olup kendi hayatınızı, yaşama hürriyetinizi kazandığınız zaman isterseniz, takar veya takmazsınız. Ama şimdi bir müesseseye uymak mecburiyetindesiniz, takacaksınız.) diye cevap verdim. Bunun dışındaki konuşmalar bana ait değildir.

Durumu saygılarımla arzederim.

7/3/1964

Resim İş Yazı Öğretmeni

Cevat Ülger


* Ritmin Gücü ve Ritme Davet, İbda yayınları, Cevat Ülger(Karamehmedler)

Ölüm Odası. B - Yedi [2. Bölüm]






Salih Mirzabeyoğlu



…Böyle daldan dala tedâilerle

–Ahenk helezonu daralan boynuz–

Döllenir kelimeler kelimelerle

Sura üflenmeden önce soyumuz


MİTOLOJİ VE İÇGÜDÜ


Öğrenme teorisine bağlı davranış tedavisi, daha önce ruhî tahlilin uzun süre tartışmasız olarak elinde tuttuğu birçok alanı eline geçirdi. Davranış terapistleri-tedavî uzmanları, Freudçu kökenci inançların (mitolojik inançların) ve irsiyet ile ilgili görüşlerin, boş bir inançtan başka bir şey olmadığına dair deliller ileri sürebiliyorlardı. Her nevroz-hafıza rahatsızlığı, çocukluk yıllarındaki istenmedik sarsıntılara veya içgüdü ve irsiyete bağlı ilkel arzularla, şuurlu hâli ve sosyal çevre şuuru arasındaki çatışmalara bağlanamadığı gibi, içe dönük ruhî tahlille değil, kısa süreli davranış incelemesi ve tedavisi ile sağlanan iyileşmelerden, ikameden de sözediyorlardı. Dolayısıyla, davranışçılığın, nevrozu mitolojiden kurtardığı söylenebilir. Freud’un kendisinin bile, kendi insiyak-içgüdü teorisini bir “mitoloji” olarak tarif ettiği ve içgüdülerden “mitolojik varlıklar” olarak sözettiği düşünülürse, bu ifâdenin pek zorlama olmadığı anlaşılacaktır.



l

İrsiyet ve içgüdü’nün bir hakikati vardır ve bunu sadece Freud’çu görüşün izâhı içinde görmenin doğru olmadığı, sadece psikoloji bakımından değil, sair ilimlerin de mevzuuna nisbetle temas ettiği bilinen bir husustur. Eserde müessiri görmek, bizzat maddeyi ruhun delili addetmek hakikati gibi, davranış psikolojisinin de bir hakikati vardır. İlme nisbetle YAPMA’nın dişi olması, YAPMA’nın doğrudan kendisiyle ilgileniyor görünen davranış psikolojisini, psikoloji ilminin tarifine daha uygun göstermektedir. Ruh hakkında bilgi sahibi olmak bir yana, ruha nisbetle bir kâinat ve insan fikri de olmayan –Mutlak Fikre nisbeti olmayan– psikoloji, aslında bütün ekolleriyle, “insandan çıkan ne varsa” genişliği ve rastgeleliği içinde bir takım bedahetler etrafında ifâdeye geçmişken, “doğru ve yanlış”, “güzel ve çirkin”, “iyi ve kötü” değerlendirmesinden uzak ve insanoğlunun arkeolojik psikolojisini andıran MİTOLOJİ’ye benzemektedir. İnsan davranışlarının kökeninde mitoloji motifleri ilgisi bulmakla, duyulaşmayı bekleyen hayâller gibi, insanoğlunun müşterek şuurundaki doğum ve birikimi gösterdiği kabul edilen mitolojik verilerin günün hayâllerine, rüyâlarına ve davranışlarına aksetmesi, neticede psikolojiyi-ruhî davranışları, doğrudan mitolojinin kendi olarak gösterir. Bütün insan faaliyetlerinin temelinde RUHÎ ÇABA keyfiyetinin olması, MİTOS ile bunun aynılaştırıldığı yerde, “arkeolojik psikoloji” nitelememizi, doğrudan güne taşır.



TELEGRAM VE BU ESER

Mitolojiden, niçin bahsediyorum? Alt başlığı ZİHİN KONTROLÜ olan TELEGRAM isimli eserimizde, Telegram seanslarında yaşadıklarıma kök ve tedâî olarak bir misâl teşkil etmesi bakımından mitolojiden bahsettim. Gayem MÜZLER, RİTLER, vesile olunan rüyâ ve zuhurat benzeri şeyler, hipnoz, istidraç nev’inden işler için, kestirmeden “bunalım geçirdi, kafayı yedi!” propagandasına mani olmak üzere, çevreme anlatmaya çalıştığım şeylerin, –ki o günün şartlarında, bu sadece benim çevremin değil, genel olarak aydın geçinen çevrenin fakirliğini gösteren feci şartlar içindeydi–, sözkonusu mevzularla alâkasının gösterilmesiydi. Sonrası malûm; 2009-2010’da, doğrudan mitolojiyi ele alan ve bu sefer Telegram’ı tedâî olarak kullanan, “ESATİR ve MİTOLOJİ” isimli eserim.

YARDIMCILAR - VESİLELER

Burak Çileli, Telegram mevzuunun anlatımında, çaba ve eser yardımıyla, bana olan inancıyla, sonraki yıllarda bu gayret yönünden, işin ağır toplarından. Ve farkında olmaksızın, ESATİR ve MİTOLOJİ’nin ardından, okuduğunuz vechile bir tarzla bu eseri ele almamın vesilelerinden. Vesile sırasında, asıl daima TELEGRAM bahsi olmak üzere, irili ufaklı birçok tahrik edici saik sayılabilir. Bu çerçevede, benim doğrudan taleb ettiğim bir kitab olmaksızın, gerektiği yerde gerekeni yapmak gibi, elime geçmesi gereken mühimlikteki eserleri gönderen Receb Kumru’yu da, tabiî olarak o bilmeksizin, ESATİR ve MİTOLOJİ’den başka, bu eserin tarzına vesile addediyorum. Avukat Ali Rıza Yaman: Mitoloji bahsine el atmam gerekince, bana öyle âşina eserler getirdi ki, –kendi hakkımı yemeyeyim, eser, keyfiyetini anlayanına verir!–, ESATİR ve MİTOLOJİ’den başka, doğrudan bu eserin muhtevasına da ağırlıklı olarak sinecek olan. Yine onun elinden bana ulaşan 6 ciltlik MEKTUBAT ile Bahaddin Yeşiloğlu’nun gönderdiği 2 ciltlik TEVİLÂT. Biri İmâm-ı Rabbanî, diğeri Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin. Verilen eserlerin isimleri, anlayana çok şey söylemeli, bu ayrı dava; ama ESATİR ve MİTOLOJİ’nin, zıddını tasarrufuna alma işinde, büyük heves aşılayıcı olduğunu söylemeliyim. Doktor Hakkı Büyükalın’a gelince: TELEGRAM’a yönelik her şapşal yorumu en baştan kesici bir anlayışla, mevzuya öyle bir girdi ki, benim “oluş zorluklarını sıçrama tahtası yapma” diye formüle ettiğim ve tek olarak yaşadığım hâdiseyi, sanki kendine bir açılım sahası yaparak beni de çoğalttı. Verdiği eserler ortada, vereceğini vaadettiklerini de bekliyoruz. Onun, benim durumumu anlamaya ve anlatmaya çalışma sürecinde, RİT ve MÜZLER’in ilgisinden doğrudan MİTOLOJİ’ye dalması, daha öncesi KUVANTUM fiziği hakkındaki eseri, sanki benim hep aynı hesablaşmaya bağlı “İMÂN ve TEFEKKÜR”, “MADDE NEDİR?”, “İNSAN”, “ESATİR ve MİTOLOJİ” ve nihayet elinizdeki eseri, bir yönüyle onunla cilveleşmeye yönelik kılıyor. Uzun seneler, getirdiği malzemenin niteliğiyle, TELEGRAM’ı bu eserin yazılışı için alt yapı olarak ilhâm eden Avukat Ahmed Arslan da anılması gerekenler arasında. Buraya kadar yazdıklarım, bir teşekkür ve vefa işi sanılabilir; ama öyle değil. Belki de bu sözle, sadece onları değil, yeri geldikçe anılacak olanları da, “hizmeti cana minnet bilenler” cümlesinden diye ödüllendirmiş oluyorum; bir de, dava için ateşte yanana hizmeti ona mihnet yükü hâline getiren olma ayıbına düşmekten, onları kurtarmış oluyorum… Ve asıl gayem, NYMPHALAR’dan, benim için nasıl tersinden gerçekleştirici olduklarından bahsetmek vesilesi olmaları; onlar düzünden, NYMPHALAR tersinden!

PHALLOS

Sünühat: Akla, hatıra gelenler. Kalbe doğanlar… Telegram’da asıl ve esas, genel hatları itibariyle cinsiyet mevzuu ile alâkalı olarak, akla ve hatıra gelenler değil de, akla ve hatıra getirilmek istenenler, kalbe doğanlar değil de, içe doğmuş gibi telkin edilenler… Mitoloji ve psikoloji ilgisinden bahsederken, en temel bahis olarak bunun görülmesi gerekir. Mitoloji, ister gerçeğin masallaşması veya semavî dinlerin hurafeleşmesi, isterse alabildiğine serbest bir hayâl ürünü olsun, bu hususta zengin malzeme verir; Freud’un, Oidipus kompleksi adını verdiği ensest duygu tasviri teorisi, bir efsaneden alınmadır. Bolu’da cihaz başında olanlarına NYMPHALAR ismini verdiğim TELEGRAMCILAR’a geçmeden önce, Doktor Hakkı Açıkalın’dan, Phallos düşüncesi:

— “Dünya entellektüel ve filozofî azalarının büyük bir kısmı, insanoğlunun gayesiyle alâkalı olarak şu ortalama değerlendirmeyi yapıyor: İnsanoğlunun, bütün faaliyetlerinin ortak paydası olması gereken ve varlığının dinamik ilkesi olan gayesi bilinmemektedir. Modernite bu suale cevab verebilirse, bütün davranış şekillerini açıklayabilecek, insanın temel meselelerinin çözümüne önderlik edecektir. Gayesini bilmeyen insan! Hiçbir suâle cevab veremeyeceği besbelli insan! Yaşanan inkılâb bu suâlin cevabıdır. Phallosa ircâ anlayışı tasfiye edilmiştir… İnsanlığın başına Yahudi tıbbı tarafından musallat edilen Yahudi Sigmund Freud ve onun Freudian mektebinin tahtında oturan Phallos (erkek tenasül uzvu) ideolojisi tükenmiştir. Şu âna kadar insanlığa dayatılan nedir? Meâlen: Phallos bütün insanî inisiyatiflerin temelidir. Phallos, erkeğin bütün yaratıcı enerjisinin kaynağıdır: Açıkçası, hayatın üretici kaynağı Phallos bütün ihtirasların kaynağıdır… Evet, herşey Phallos’a ayarlı! İnkılâb, bu aberrant (hatâlı) propaganda ve örgütlü saldırıyı boşa düşürdü ve tasfiye etti. Son tecridde: Müjdemiz odur ki, İNKILÂB gelmiştir. Biz artık başkalarıyla polemik yapmak değil, devrim sürecinin ağır mesuliyetlerini konuşmak durumundayız… Eskiden hiç kimsenin çözemediği kadim el yazmalarının esrarı bugün artık çözülmüş durumda.”

Phallos: Bazı dinlerde erkek tenasül uzvunun timsâli. Embriyonda cinsiyet yapısı.

NYMPHALAR

Yunan mitolojisinde, herşeyin ona mahsus bir cini, perisi, bir ruhu, bir canı var; bir esprisi var. Bütün kavramlar, var olanın varlığıyla isbatladığı bir keyfiyet olarak, bakış açısına göre gerçek veya sembol bir varlık. Ruh ve düşüncenin gerçekleşmesi kabul edilen bir kâinat anlayışında, varlığın en mütekâmili olan insan şuurunda nizamını veren kâinat, düşünce-varlık-düşünce şeklinde aslına bakıcı bir süreçte gerçekleşirken, sözkonusu insan düşüncesi mevzuuna göre İDE yolunda sergilenmiş kavramlardır. Benim, onlarla müşterek(!) bir kararla NYMPHA adını verdiğim BOLU’daki Telegramcılar, aslında şaka ve alay karışımı ve söylenişindeki hoşlukla birlikte, argoda lûgat anlamı dışına çıkan ve gruba mahsus bir anlaşma dilinde yerini alan kelimeler gibi, onlardan bahiste yerini aldı. Meselâ hava basmak tâbirinin veya şofben basmak tâbirinin, övünme ve fiyaka yerine kullanılıyor olması gibi. Ama sadece bu kadar değil: NYMPHALAR, mitolojide, su kenarlarında yaşayan DİŞİ esprilerdir. Bu hâlleriyle, yukarıda izâhını yaptığım kavramlaşmaya benzer bir mânâları vardır; bana bunu hatırlatırlar. Telegramcı NYMPHALAR’a gelince, benim tabiatım-huyum etrafında, benimle birlikte TESİRLERİYLE yaşayan, buna mukabil görünmeyen varlıkları temsil ediyorlar. TESİRLERİ; zihin kontrolü, bu çerçevede konuşmaları, benim söylediklerim, sövüşmelerimiz, elektromanyetik dalgalarla yapılan bu işlerin içinde, doğrudan doğruya beyin ve duyu organı ilişkisi içinde, fizikî eziyetler. Telegram’ın başlangıcından beri, tam onbir sene geçti ve hâliyle onbir satıra sığmaz. Zaten bu kitab da, onun hâlen devam eden macerası içinde, doğrudan benim üzerimdeki tesirlerin fikrî verim hâlinde derlenmesi. “Sen bana zehir yedirdin, ben şifâya tahvil ettim!” hesabı. Telegramcılar’ın ana sermayesi seks; bunun etrafında uyandırılan korku ve onu kendi menfaatlerine göre verimlendirmek üzere, şantaj. Bu çerçevede, hiç iz bırakmadan imha, delirtmek veya istediklerini yaptırabilecekleri bir duruma sokmak. Hâlimi ve kahramanlığımı anlayana havâle ederek, Bolu’da Telegramcılar’ın, yaptıkları işe “….. Dosyası hazırlıyoruz” dediklerini ekleyeyim. Ben, kibarca “Seks Dosyası” diyeyim; ve benim bu hususta ehliyetimin hangi yüce mevkilere kadar sarktığını, dosyayı hazırlayanların bilhassa kendilerinin anlatması çabasında olduğumu da söyleyeyim. Söz seksten açılmışken, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın macerasına da, doğrudan Telegram davasına bağlı bir mânâ içinde değinme durumum doğmuş oluyor. Hakkım bâki!



MİTOLOJİ’DE NYMPHALAR

Yer yer hakkı teslim edicilikleri içinde, fikrimin muhalefet kanadında ve muhalefet için muhalefet yapan, son beş senede Telegram’ı açık eden NYMPHALAR, mitolojide neydi? Benim Telegramcılar’a yakıştırdığım bu ismin onlara ne kadar uyduğu eser boyu görülmek üzere, mitoloji’de NYMPHALAR:

Kırlarda, ormanlarda ve sularda yaşayan “genç kadınlar”. Tarlaların ve genellikle tabiatın dişi esprileri –perileri– olup, bunların bereketini ve lütfunu temsil ederler. Nymphalar, Homeros destanında, Zeus’un kızları ve ikinci sırada İlâhî varlıklar olarak geçer.



NYMPHALARLA KONUŞMAMDAN

Bana, dişi olmadıklarını yazmamı hatırlatıyor NYMPHALAR; ve bu satırları yazarken onlarla uzlaşmacı olup olmadığımın yoklanmasını da yaparak. Nymphalar, cihaz başında bulunan Telegramcılar, dişi değil; ibne. Üçüncü cins dememi istiyorlar. İbne diye yazmamamı rica ediyorlar; ardından “yazmazsan…” diye küfür başlangıcı. Hani, gerisini sen getir hesabı. NYMPHALAR’ın dişilik vasfını, İLME nisbetle YAPABİLME işi üzerinde, benim fikrimle zeki bir oynama içinde oldukları zaman, menfi mânâda anmak istemiyorum. Benim anlatma hünerimce NYMPHA’yı ne mânâda kullandığımı göreceksiniz.

NYMPHALAR’ın klâsik pislikleri sırasında, klâsik bir lâfım ve ardından klâsikleşme yolunda bir lâfım:

— “Ben size, daha işin başlarında, ortaya çıkın, zaman aleyhinize işliyor dedim. Benle uğraşırken, sağa sola bakmıyorsunuz, sizin komuta kademesinin dosyası ortaya çıkacak yakında…”

Ben bunu söylemeden bir gün önce, haber çıkmış da benim haberim yokmuş; ama hafif bir tahmin şaşılığım ile. Yâni Deniz Baykal hakkındaki haber… Tam bu notu yazmıştım ki, Müslüm Gündüz-Fadime Şâhin hâdisesiyle karşılaştırmalı bir şekilde vereyim derken, NYMPHALAR, bir şey düşünürken bunu dağıtmak için hep yaptıkları gibi, ya başka birşey hatırlatarak, ya bir kelime söyleyip beni onda sabitleyen söz ve elektromanyetik dalgalarla –telkin verici diyeyim–, dikkatimi dağıtarak, mevzuyu piç ettiler. Buna devam etme hevesim dağıldığı gibi, gece boyu devam eden fikri didişmeler ve mukabil sövüşmeler sonunda yoruldum. İşin içine biraz üşütme, biraz günlük Cezaevi işleri, biraz dinlenme ihtiyacı vesaire girince, yazım iki gün aksadı. Anlatımdaki dağınıklık dikkatinizi çekmiştir; sebebine de değinmiş oluyorum. Bunun yanında, sözkonusu dağınık anlatım, bu eser için benimsediğim, bana rahatlık vermesinin yanında, Telegram’ın havasını da verecek olması bakımından, şuurlu bir üslûbu gösteriyor. Kuru bilgi vermek değil de, sizde İRFAN KIVAMI hâlinde yaşatmak istediğim bir hamule; Mallarmé’nin, “şiir dili, nesneyi değil, sözkonusu nesneden kaynaklanan etkiyi dile getirmelidir; şiir, mânâ yüklü kelimelerden çok, anlatılmak istenenin ihsas gücüyle dolu olmalıdır” demesi gibi, ben Telegramdaki hâdiseleri, benim üzerimdeki ruhî tesirler hâlinde ve bunu verimlendirme şeklinde vereceğim. Bana Kartal Cezaevi’nde, “bu bir din ve ilim çatışmasıdır!” diyenlere, elbette din tarafında olarak ve bunun hikemiyâtı hâlinde onların ilmini tasarrufa alma şeklinde… Böylece, birgün şöyle veya böyle ortaya çıkacak olan cihazlarının ne ve nasıl olduğunu benim bilmemem ve bununla boş yere uğraşmam yerine, bâki kalacak bir ses bırakmış oluyorum. Üzerimdeki tesirin ne olduğunu anlatmak başka, nasıl bir şeyle yapıldığını bilmek başka birşey ya; cihazın niteliğine dair tahminden gerçeğine yol bulabilecek olanlara ipucu verirken, bundaki yanılmalarım da işin aslını zedelememiş oluyor.



KAVANOZ

Telegram cihazının marifetlerini, belki şaşıracaksınız ama, en özlü şekilde Üstadım’ın Yevmiyeleri’nden göstermeden önce, her zaman bir yeniye âlet olan bana ithaf ettiği Noktalamaları’ndan KAVANOZ isimlisi, tam onbir yıldır yaşadığım, daha doğrusu 60 yaşımın son onbir senesine, tam otuziki sene öncesinden işaret edendir, mânâyı anlayın:

— “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda, — Münzevî balıklarız ayrı kavanozlarda!”

l

Levha: 2 Temmuz 2005… Bir câmide, kalabalığın ortasında, ayakta, Mahmud Efendi Hazretleri ayakta vaaz veriyor. Ben, babamla (Şerif Muammer) birlikte, oda gibi bir girintide, cemaatle birlikteyim. Mahmud Efendi, gördüğüm bir Nasreddin Hoca resmindeki gibi zayıf, gözlerinin etrafı Üstadım’ın gözleri gibi halka şeklinde, çukur, dudakları da hafif çıkık ve belirgin. Yüzü de, tavır ve duruş hâlinde değil de, –ekşi yüzlü demeyeyim!– ciddi. Konuşmadan sonra çıkışa doğru bizim yanımıza doğru geliyor; ona babamı tanıtıyorum. Babam heyecanlı ve hamasi bir tavırla benim için, “onu sizin emrinize bırakıyorum!” veya “sizin emrinizde!” gibi bir şey söylüyor. Mahmud Efendi de bana, “NİSAN’da…” diye, geçtiğimiz Nisan’da olan birşey veya NİSAN ayı ile ilgili birşey söylüyor. Kafasında kavuğu andıran bir sarık, küçük beyaz kavuk gibi, üzerinde de beyaz entari var.

l

KAVANOZ: 171.

NİSAN: 171.

Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1171.

Menaî: Ölüm haberleri: 171.

l

Münzevî: Yalnız başına çekilip kimseyle görüşmeyen: 113.

Salih İzzet Erdiş: 1112= 113.

Mahkeme: 113.

Sicn: Hapis. Zindan: 113.

Mücemmil: Güzelleştiren: 113.

l

Bahsi geçen rüyâdan üç gün sonra, tek kişilik hücreye alındım. Kartal’dan sonra sinsi bir şekilde ve benim “Telegram kaçağı” dediğim hissettirmelerin ardından, 5 Temmuz sonrası bütün haşmetiyle görünmek üzere, asıl işkence başladı.

JAPONLAR

Levha: 22 Aralık 1991… Bir yabancı turist kız… “Ğ” harfini soruyor… Ona, bu harfi “G” gibi bir harfle karıştırdığını söylüyorum… Sonra o kız, sinema salonu gibi bir yerde ve seyirciler arasında ilâhîler söylemeye başlıyor, hisleniyorum… Sonra ayrı bir bölmeye gidiyorum… Almanya’dan gelmiş olanların topluluğunda, türkü söylüyorlar!

l

Ğ: Kef harfi: 20.

Rahman Suresî, 20. âyet: (Meâli: Aralarında kavuşmalarına engel bir berzah var): 2020.

Dahi: Eşine az rastlanır zekâ sahibi: 20.

Cêwî. (Kürtçe): İkizler: 20.

l

Gayn: Susuzluk. Ayn harfinden sonra gelen bir harf. Ğ harfi: 1060.

Büyük Doğu: 1060.

Sin: İNSAN. (İki kişi demektir.) Bir harf, ebcedi: 60.



l

Gayn: 1060= 61.

Büyük Doğu: 1060= 61.

Xevn. (Kürtçe): Rüyâ: 62= 1061.

Mehdî: 62= 1061.

Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1062= 2061.

Beyin: 62= 1061.

Müzavece: Çift olmak: 62= 1061.



l

Yevmiye: Vesileler ve bahaneler etrafında konuşurken, hep “nefese mihrak olan zât”a hitabediyor ve bunu bazen sorulanı değil de, söylemek istediği başka şeyi söyleyerek yerine getiriyor… “Peki, İslâm nedir efendim? Müslüman ve İslâm?” suâline verdiği cevab: Şu Japonları alır mısınız? Müsbet ilimler tezgâhı kuruyor… Evine potinle giremezsiniz! Dünyanın en geri, en olmaz şeyi olan alfabesini muhafaza ediyor… Bu ne iş? Bu misâlleri görememek, anlayamamak ne iş? Döndü dolaştı bu iş şuraya geldi… Size burkuk gelebilir sözüm… Bir şeyi tenkid hakkı o şeye mensub olanlara mahsustur; bu bakımdan Türklüğünüzle iftihar edebilirsiniz, ben de iftihar ederim! Bunu söylememe rağmen… Ben düşündüm taşındım, şu işe 15 yaşında başlamışsam, 60 senedir düşündüm; ırkî bakımdan bizim çok münhat bir arazi sahibi olduğumuzu kabul ettim… Başka çaresi yok bu işi halletmenin… Müşahede lâzım… ALLAH ÇEKTİRMEDİĞİ ŞEYİN NİMETİNİ VERMEZ… Hakikaten ıstırab!

l

Yevmiye: 5 Şubat 1983… “Sorulanı değil de başka şeyi söylemeye” misâl, Ahmed Kabaklı’nın “İslâm nedir, müslüman nedir?” suâline verdiği cevabın bir bölümü:

— “Bu makine gide gide öyle bir yere gidecek ki, bir âleme, beşerî hiçbir cehde yer kalmayacak hiç…”

17 Ocak’ta bana söylediği de şu:

— “Benim bir misâlim var… Batı, makineyle, insan ruhunu burnundan mandallamıştır… Nefes aldırmıyor!”

l

Üstadım, ruha yıldırım gibi inen nefs ve şeytan iğvalarından-aldatma ve oyunlarından bahsederken, Hac’da gördüğü bir kısım manzaralardan dolayı üstüne nasıl bir HATAR çöktüğünü, kalbine zehirli oklar atılışının can yakıcılığı ile misâllendiriyor… Hatar: İmâna musallat, kalbe ânî gelen menfi hisler, tehlikeler… Bu eserde, Telegram marifetinin en hainane işi ve gayesi hâlinde bunu göreceksiniz… Allah, çektirmediği çilenin nimetini vermez… Bize, Telegram cihazının marifeti bahsinde, Üstadım’ın MAKİNE hakkındaki sözlerini hatırlatan hâdise, Kartal’da, benim için bir hatar mevzuunu olmasa da, bunu andıran şu sözler:

— “Bunun yüzde biri sende olsa, havandan geçilmezdi!”

Aklımdan geçenleri biliyor, ben cin işi mi bilgisayarlı bir âlet mi tereddüdündeyim, onun veya onların o zaman farkında olmadığım bazı telkinleri hâlinde, onların ve karılarının isimlerini hakaret niyetine söylüyorum, bunu bilmekten yine onların marifeti hâlinde içime hoşluk geliyor… Bu devrenin devamı hâlinde yeri geldikçe anlatılacak başka hâdiseler; ve nihayet, veli marifetini cihazla gerçekleştiriyor olma zannı içinde, bahsi geçen sözü söylüyor. Dava, mücerret veli hakkını korumak ve içinde bulunduğum durum, veli hâli ile elindeki cihaz marifetini aynı sanan bu ahmak karşısında, benim –şu ânda bu satırları yazarken de olduğu gibi–, cihazın bedenime olan tacizi altında cevab verememem ve onun kendisini haklı sanmasının öfke ve acizliği; ağır bir ameliyat geçirirken, komedyenlik marifetini göstermesi istenen bir aktör gibiyim. Üstadım’ın, “en küçük veli, kalbinizden geçeni bilir; psikolojide de bu, kalbten kalbe intikâl şeklinde bilinir!” demesi, cihaz marifetinin, insan cehdinin yerini alması hakkındaki sözleriyle birlikte düşünülürse, düşmanımın cihazı yolundan geçtiğim “elini küfre değdirse şeriat doğar” hikmetini gösteren hepsi birinci sınıf eserlerim, benim HATAR bahsi ile birlikte işi asıl mihrakına –ÜSTADIM’a– bağlamaktaki haklılığımı isbatlar: ONLARDAN… Beni kurtaracak olan da, merkezinde onların oldukları, onların yüzü suyu hürmetine, vefat etmiş veya diri, himmetçilerden… Bu arada, faal kuvvetleri kendinde toplayan ÇOCUK hikmetini de hatırlayın!

l

NYMPHALAR’a, bu düşüncelerim ile ilgili söylediklerine, müsbet hatırlatmaları bir yana, şu cevabı veriyorum: Adam beni öldürmek üzere bir fiilde bulunuyor, ben yaralanıyorum, şu oluyor bu oluyor, sonra bu etki altında ben, uçurumdan atılan adamın üstündeki pardösüyü paraşüt gibi kullanması ile nihayetinde “gibi” değil de asıl, paraşütü icâd etmişe benziyorum… Burada düşmanıma, “aman ne iyi yaptın!” diye bir tasvib, bir sempati gösterecek değilim… Zaten hayat bu: Nereden ne aldığın değil, ondan ne ve nasıl yaptığındır dava!

l

Eşyaya müteallik aşağı derecede keramet ile, kâfirin de sahib olduğu bir hüner hâlinde kerameti andıran bir takım zuhur ve tasarruflar, bazen birbirine karışır: Birinciye keramet denirken, diğeri “istidraç-sahte keramet” diye anılır. Bugün, teknolojinin vardığı seviye, istidraç nevinden bir takım işleri başarırken ve bu ruhçuluğun aleyhine bir isbatlama sanılırken, aslında tam tersi, sadece gerçek ruhçuluğun yaşayabileceği bir durum ortaya çıkmaktadır; kısacası, ruhçuluğun makine karşısındaki üstünlüğü tescillenmektedir… Ruh, Mevlâna Hazretlerinin CAN’ı “su üstünde bir ışık” diye tavsifi gibi, daima maddeyi kendine delil kılan olarak, onun üstünde, yakalanamaz, kelepçelenemez… Diyeceğim o ki, ölecek olsam bile, bu, düşüncemde pekişme hâlinde, ruhumun zaferini görmüş olarak gerçekleşecek… Duam hep aynı ve samimiyetle: Allah, imândan ayırmasın!

l

İmâm-ı Cafer Hazretleri: Kim nefsi için nefsi ile mücahede ederse, keramete kavuşur. Kim de Allah için nefsi ile mücahede ederse, Allah’a kavuşur… İstidraç ile keramet ve büyük keramet arasındaki fark, bu ölçülendirme içinde mevcut.

l

NYMPHALAR’ın durumunu, daha en baştan –2005’den– beri, “şahsiyet bulma” mânâsında bir “var olma” niyetlerine bağladığım için, bu eserin ismini “makine ve insan” koymak istemiştim: Hem onların ruh tahlilleri, hem benim durumumu gösteren. Bunun içinde şu mânâ da var: Ben de sizi, bizzat cihazı kullananların şahsiyeti ve çevresi diye tanıyorum. Bu, bir meydan okuma idi… Geçen zaman içinde, onların durumu ve şahsiyetlerinde, daha önce bahsettiğim gibi, toplum ve devletin bünyesini okur oldum!

AYASOFYA CAMİİ'İNDE NAMAZ ŞART OLDU




Geçmiş hükümdarlardan biri bir bilgeye,

“- Devlet başkanları için en yakışan en övülen özellik hangisidir?”

diye sorunca şu cevabı alır:

-“Yavaş ve düşünerek hareket etmektir”

Bilge aynı zamanda bildiğini yaşayan olduğuna göre, bildiğini yaşayan-yaşatan..


Peki şimdi bu cevapdan, başkanlıklara ve hatta devleti yönetmeye talib fertlerin kendilerini gerçekleştirip veya gerçekleştiremediklerini, inandıkları davanın (her neye inanıyorlarsa) samimiyetini nereye kadar devam ettirebildiklerinde görebilir miyiz?

Parti ,dernek, teşkilat, şu, bu kuruluş üzerinden değil de bir mesele üzerinde gidecek olursak, mesela sıcağı sıcağına izlediğimiz Ramazan bayramında “AYASOFYA’DA KILINACAK OLAN NAMAZ” hadisesi malum. Lakin bir anda bayram arefesinde bitirildi.

İşin siyasi yanı bir tarafa, böyle bir organizasyonun talibi olan parti daha sonra bundan vazgeçtiğini ilan edince şu düşünceler ister istemez akla geliyor:

-12 Eylül referandum öncesi devlet kurumlarının müdahalesinden doğacak etkinin sandığa yansıması …

-Bu işi organize edenlerin dünya kamuoyundan alacakları tepkinin farkına varıp, yapı olarak etkileneceklerini düşünmeleri…


- “Ayasofya davası” gibi yüzyıla yakın süren mukaddes bir davanın birikim sorumluluğunu kaldırabilecek kararlılıkta ve inanışta olmadıklarını düşünmeleri.. vs.

Bu düşünceler böyle bir organizasyonu düzenlemeye çalışan partiyi sonradan etkilemiş olabilir veya olmayabilir..

Bizim temennimiz olmadığı kanaatinde yoğunlaşmakla birlikte, dikkatimizi çeken nokta da bu değil.

Dikkatimizi çeken nokta, BBP parti teşkilatı tarafından üyelerinin cep telefonlarına gönderilen sms mesajıdır ki, şöyle:

“- Provakasyon olma ihtimaline karşı EMNİYET YETKİLİLERİNİN RİCASI üzerine ve GENEL MERKEZİN İSTEĞİ doğrulltusunda Ayasofya'da kılınacak olan namaz iptal edilmiştir".

Ayasofya Camii içinde namaz kılınacağı , böyle bir talebin yoğun ilgi göreceği ve yaklaşık yüzyıllık bir tabu’nun yıkılacağından endişelenenler harekete geçtiler. .

Bu mesaj, başı ve sonu nereye dokunacağı düşünülmeden saçılmış bir söz.


Böyle, “yavaş ve düşünülmeden” serdedilen bu söz ilk başta bu işi organize edenleri bağlar:

Ayasofya mevcut kanunlara göre müze konumunda yasayla bağlanmışken ve sizin insanları böyle bir yasayı çiğnemeye davet etmeniz -af dileyerek söylüyorum- PROVAKATÖRLÜĞÜN HEM BAŞINI ÇEKMEK ve hem de organizasyonunu yapmak zannı altında tutuyor.

Bununla da kalmaz, geçmiş dönemde Ayasofya’da kıldığınız apar-topar namazın mahiyetini kendi kendinize iptal ederken, kitlenize “hatta savunduğunuz değerleri” tersine çıkarıcı, batının “pleseng” laflarını ağzınıza dolayarak “nutuk” atıyoruz zannedersiniz belki ama, aslında çok kısa bir sürede farkına herkesin varabileceği gibi, yönetiminizin değerlerini –kendiliğinden- yitirtmiş olduğunuzun ilanını yapmış oluyorsunuz.

İşin “öncesi” kendi kendini iptale götürmüşken “sonra”, organizasyonu iptal eden parti yetkililerinin ayrı bir fecaati dir:

“- Bayram günü erken saatlerde Ayasofya önünde doluşan küçük gruplar, işi organize edip daha sonra iptal eden parti yetkilileri tarafından Ayasofya önünden uzaklaştırılmak üzere Sultanahmet camiinde namaz kılmaya yönlendirildi. Bunu kabul etmeyen ve namazlarını Ayasofya’da kılmak isteyen ve bunun için buraya geldiklerini söyleyen Müslümanlar, Ayasofya önünde getirdikleri seccade ve örtüleri yola serip Bayram Namazını kıldı. Daha sonra, organizasyonu iptal etiklerini dile getiren BBP İstan bul İl başkanı ; “ basın açıklaması yapıldığını ve tekbir getirmeden, sessizce dağılması telkini yaptı”. Bunun üzerine, Müslümanlar içinden bazı ERENLER ise; “basın açıklamasının şu an burada ve bu meydan da yapılması gerektiğini, dağılmak isteyenin gidebileceğini ve bu davanın herkesin taşıyamayacağı kadar büyük bir dava olduğunu” vurguladılar. Organizasyonu iptal eden yetkililer ise bazı “erenleri provakatör”lükle suçladılar. Bunun üzerine "Erenler" kısa bir konuşmanın ardından tekbir ve selamlarla oradan ayrıldı..”

“Bilge” ile “bilgelik taslayan” arasındaki farkı bu müşahhas örnek herhalde net bir şekilde açıklar. Bir işe neye nisbetle başladığını bilemeyen fert/ler veya zümreler nasıl hitama erdireceklerini bilemedikleri gibi “yarım iş”in tamamlanmasının “şart” olduğunu, aksi takdirde “geleceğe köstebek tünelleri” bıraktıklarını da bilemezler.

Allahın izni, büyüklerin himmetiyle, olanların aksine, akış tersine döndü; 1999'da açık denizde kopan fırtınanın öncü dalgaları vurmaya devam ediyor. Beklenen rahmet selini ise Üstad’ın “Ayasofya hitabesi”nden okuyalım;

“- Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

"Hiçbir yalan, ilelebet payidar kalamaz!"


“Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya“nın “tarih hükümlerini çerçeveleyici bir kitap” olduğunu, BAĞIMSIZLIK SEMBOLÜMÜZ olduğunu bildiklerini zannedenler, bunu kukumav kuşu gibi terennum edip duranlar, ağızlarından Necip Fazıl’ı düşürmeyenler, hayrlı bir iş yapacaklarken ve bu da onları belki “sürülmüş tarla” olmaktan çıkarıcı bir fonksiyonu başlatıcı olacakken, “Emniyetdeki abileri” ile “büyüklerinin tavsiyesi”ne uyarak, “Fatih ve onun yeni nesli” olacaklarına, İsrail’i “otorite” olarak tanıdığını tüm dünyanın önünde, bir teşbih yaparsak, kadınların “ped”lerini teşhir etmesine denk bir utanmazlıkla ilan eden Pensilvanya’lıya uymayı tercih ettiler.

Hayat bir tercihler demetidir zaten.

Ya asalak gibi yaşayacaksınız ya “provokatör” denilse de ONURLUCA ve VATAN UĞRUNA!

BBP’yi “parasal” olarak destekleyerek, basında kendi gazeteleri ile gündemde tutarak bugünlere –“sürülmüş tarla”- getiren zihniyet, (tafsilatını www.nizamialem.org’dan öğrenebilirsiniz) bugün hala “iftar masraflarını” vererek (ve belki de daha kimbilir neleri vererek) desteklediğ partiyi, –kimse darılmasın, yaşanmış H. Dink misali örneklere göre söylüyoruz- “paralı asker” gibi gördüğünü apaçık ortaya koyarken sormak lazım, “onurluca” yaşamak mümkün olabilir mi?

“Allah tarafından kalpleri mühürlenmiş” olanların anladıkları tek dil, “para”dır; “Ayasofya’da bayram namazı” da bu dil’in BBP’deki “işbirlikçilerini” ortaya koydu.

furkandergisi

24'de Mirzabeyoğlu





"Kanal24"de 17 Eylül 2010 cuma günü yayınlanan "Kafadengi" isimli programda referandum, referandum sonrası tartışmalar, demokratikleşme ve ülkemizdeki anti demokratik uygulamalar konu edildi.

Programı, Sırrı Süreyya Önder, Selahattin Yusuf ve Tarık Tufan gerçekleştiriyorlar.

Devletin "hukuksuz uygulamaları" üzerine örnekler verilirken, "Hayata Dönüş Operasyonu" ile Salih Mirzabeyoğlu'na yapılan "muamele" gündeme getirildi.


Programın "sunucuları"ndan biri olan Sırrı Süreyya Önder, "devletde deve kini var" diyerek buna dair örnekler verdi.
S. Mirzabeyoğlu'nun "büyük dedesi"nden, Hacı Mirza Bey ve İzzet beyin yaşadıklarını aktardı.

Sırrı Önder, kürt şair Cigerxun'un "Şer şere çı jine çı mere" isimli eserinin "çıkış sebebi" üzerinde (Sırrı bey, programda "ölenler" diyerek Hacı Musa beyin de ismini zikretmiştir ama, programın "anlık" olmasından kaynaklanan bir hata yapmıştır, kendisinin de kesinlikle bildiğine emin olduğumz gibi o sahnede yer alan "kesik başlar", İzzet bey ve "uşağı"na aittir, Hacı Musa bey, Suriye'de (veya bir rivayetde Irak'ın kuzeyinde, Ağrı İsyanına katılmak için giderken öl(dürül)müştür.) Gülnaz hanımdan ve "devlet"in o kesik başları önüne atarak "feryad-ı figan" etmesini ve böylece "devletin büyüklüğünü" anlamasını istediklerini ama onun "Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir" diyerek bütün bunları altüst ettiğini, Cigerxun'un da bunu "destanlaştırdığını" aktardıktan sonra, "devletde deve kini var" diyerek, Salih Mirzabeyoğlu'nun durumunu da bu "kin"le açıklamıştır.

S. Mirzabeyoğlu'nun nasil bir ALÇAKLIK VE ADALETSİZLİKLE idama mahkum edildiği üzerinde, sitemizde sayısız yazı bulabilirsiniz, "DEVLET BÜYÜKLERİNE" yazılmış, hem mahkemedeki rezillikler hem de 2000 senesinden beri süregelen TELEGRAM İŞKENCESİNDEN bahseden "açık mektubları" da okuyabilirsiniz.

Telegram hakkında yazılmış bütün kitaplarda, dünya çapında kayıtlara geçmiş olmasına rağmen "devletin" ve "hükümetin" ellerini kıpırdatmaması, bunun yanında "medya"/yandaş veya candaş medya'nın birkaç aykırı ses dışında ondan bahsetmemesi de tersinden sesimizin "çok çıktığına" delaletdir aslında.

Kanal24'ün "yapısı"nı gözönüne alırsak, "yeni yayın dönemi"nin ilk programında ve referandumun ertesinde bu konudan bahsedilmesi, eğer, S. Mirzabeyoğlu'nu takip ettiğini programda "Ben Kimim?" örneğiyle ortaya koyan Sırrı Önder'in "inisiyatifi" değilse eğer, "Ankara'da hakimler var!" denilecek günlerin yakın olduğuna dair bir ışığın tezahürleri ortaya çıktı diye düşünmek mümkün.

Bekleyip, göreceğiz ve sesimizi "DAHA ÇOK ÇIKARTACAĞIZ!"





http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/basyucelik/salih-mirzabeyoglu/109-basinda-salih-mirzabeyoglu/1129-24de-mirzabeyoglu