İbda Mektebinin Farkı






AKADEMYA

1- Kendine has bir mahallîlik...

Açıkça yerli bir insandan yola çıkış; Necip Fazıl... Ve yine Anadolu halkının tanıdığı tasavvuf kültürü...

Kendi toprağında kendine has fikir (ve eylemi) bulma çabası... Bu çok önemlidir. Türkiye de bu
şartlarda birşeyler yapmak isteyen solcu, sağcı, İslâmcı, komünist, herkes bunu bilmek, bunu anlamak
zorundadır. Bir fikir kendi toprağında gelişebiliyorsa, çok rahat bir şekilde tesiri yıllar sürecek bir
mektep oluşturabilir. Belki onu anlayabilecek insan azdır ama, yüzyıllar boyu etkisi geçmez. Bu
özelliğe sahip değilse, balon gibi patlar. Üç dört sene devam eder, aynı (fast food) gibi. Sonra
bakarsın, bitmiş!

2- Kendine has bir cihanşümûllük...

İbda Külliyatına, onun oluşturmaya çalıştığı dilin ve ele aldığı mevzuların tümüne baktığımızda,
gerçekten kendine has bir cihanşümûllük görüyoruz. Irk ve (etnosentrizm) gibi vakıalar yok. Herkes
bilir ki, İbda Külliyatını derinlemesine anlamaya çalışanlar içerisinde Türk de vardır, Kürt de vardır,
Çerkez de vardır, Türkmen de vardır. Alman, Fransız ve Arap da var; yeni yeni üzerine yoğunlaşıyorlar.
Varlık düşüncesine bakınız. Hegel'i ve diğer Batılı filozofları ele alış, özümseyiş tarzına bakınız. İşte bu
hususiyetler, bu Külliyatın kendine has bir cihanşümûllük vasfına sahip olmasına yolaçıyor.

Bu iki vasıf çok önemli. Bunlardan biri olmayıp diğeri olduğu zaman, bu iş yürümüyor. Dünyanın her tarafındaki büyük kültür değişimlerine bakın, bunu göreceksiniz. Evvelâ kendine mâletme ve o kendine mâledilmiş şeyin yine başka insanlar tarafından anlaşılabilir ve alınabilir olmasını kastediyorum.

3- Tarihe küfretmeyiş...

Tarihi doğru bir şekilde değerlendirmeye çalışmak... Kanuni den başlayan himmet ve fikir eksikliğinin farkında bu mektep. Bununla beraber, Anadolu da varoluş sebebimizin İslâm dan başka bir şey olmadığını da biliyor. Bu çok önemli bir noktadır. İslâmî meyilli gözüküp de, (zaten diğer meyillerin, tarihe toptan bir ezme-ezilme hikâyesi olarak baktıkları için böyle bir dertleri yok) kendi tarihini bilmeyen, tarihinin her tarafına küfreden bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz! Adamın zihni, bilmem hangi ülkeden çevrilmiş kitaplarla bulanmış. Kendini bilmiyor. Kendisini o zannediyor. Onu savunuyor iki sene, üç sene, beş sene! Sonra bakıyor ki, bu topraklarda o fikri savunmakla birşey olmayacak, rüzgar da
değişmekte; onbeş sene Osmanlı ya küfrettikten sonra Osmanlıcı oluyor! Bunları hepimiz görmüyor muyuz? İsmi de, İslâmcı! Dön baba dönelim. Olmaz ki böyle... Önce anla: Bu tarihte nerede hata yapılmış, büyük tarafları nedir, ne taraflara nasıl bakmamız gerekiyor? Yani Kanuni den beri bir aşk eksikliği var, fikir eksikliği var. Medreselerde nasıl bir donma olmuş, bunları bir araştır! Kendini doğru tarif ve tahlil et. Kendin hakkındaki ilk peşin fikrin, mutlaka doğru olmalı. Kuşkusuz bu Külliyat bir tarih kitabı, bir furû fıkıh kitabı değildir. Her konuya, temel cümleler hâlinde işaret ediliyor. Ardından o konu
hakkında fikir yürütmek sana ait. Sen bu cehdi göster, fikrini yürüt!..

4- Ehl-i Sünnet'i savunma...

Bu, Mirzabeyoğlu nda, hem bir doğrunun savunulması, hem de tarihe sahip çıkılması anlamını taşıyor. Hiçbir ciddi aksiyon ve fikir üretemeyen beyinlerin; Mutezile, Şia ve garip bir Selefîlik ile vakit
geçirdiğini gören gözler var bu mektepte. Dolayısıyla birliğin, hakikatin, gücün ve içtimaî gerçekliğin
farkında olan bir bakış var. Ucuz bir bakış değildir bu. İşte bugün cesaret ve özgüvenin sembolü olmasının sebeplerinden biri de budur.

5- Helezonik bir tarih anlayışı...

Yani, "doğrusal, ilerlemeci" (= lineer, progresif) tarih düşüncesine şuurlu olarak karşı çıkan bir tarih anlayışı var. Lâkin çok önemli bir noktaya parmak basacağım; burada asla mesuliyetten kaçış yok!
Meseleye uzak kalanlar açısından bir şerh gereği duyuyorum. Bazı antik felsefe ekollerinin düştüğü hata
şudur: Yine onlar da tarihi dairevî bir tarzda savunuyorlar ama, Herşey tekrar ediyor, herşey aynı yere
varacak o halde herhangi bir gaye için çabaya gerek yok diyorlar. Bu hata, İbda için sözkonusu değil.
Helezonik bir tarih anlayışı var ama, işte herşey aynı yere varıyor diyerek de çabadan uzaklaşmak yok.
Aslında herşey, aynı yere aynı şekilde varmıyor! Yine değişiyor. Bir helezon düşünün; daire aynı yerin
üstüne geldiğinde, alttaki daire ile aynı mıdır? Hayır! Çakışan tarafları vardır. Tıpkı bayramların belli
vakitlere gelmesi gibi... Çakışan yönler vardır ama, artık su akmıştır, yeni bir hadise vardır karşımızda;
demek ki, yeni ve doğru bir savunma ve fikrî ifade ediş tarzı lazımdır. İşte bunun adı "diyalektik"tir.
Dolayısıyla sürekli eylem, sürekli hareket ve Allah ın isimlerinin tecelligâhı olma şuuruyla, bitmeyen bir
mücadele ruhu var bu mektepte. "Doğrusal ilerlemeci" tarih anlayışı olmadığı için de, bugün İslâmcı yahut başka meyilden gelen bazı yazarlarda gördüğümüz, Bugünkü bilimin her dediği doğrudur; Müslümanlığı, Kur ân-ı Kerim'i ve tefsiri de tamamen bugünkü bilim doğrultusunda yorumlayalım, böylece Kur ân-ı Kerim'e büyük bir iyilik etmiş oluruz hezeyanı yok İbda da. Eğer bugünkü "bilim"in her dediğini doğru sayarsan, Kur'ân'ın tahrifine de kapı açmış olursun. Çünkü, "bilim"in kendi hususî vasfı vardır: Sürekli değişmek! Thomas, Kuhn ve L. Althusser gibileri buna işaret etmişler, sayfalar dolusu izah
getirmişlerdir. Zira, bugün bilim terimiyle, yaşadığımız şu gölge varlıklar âleminde cereyan eden hadiselerin zâhir yüzü ve bağlantıları kasdolunuyor. Bu âlem ise Halk âlemidir; yeni imkânlara ve değişime açıktır. O halde, doğrudan bu âlemle ilgili bilgiler sürekli değişim içinde olacaktır; ne kadar sarsılmaz gözükse de! Batılının 19. yüzyıldaki büyük yanlışı, şu gölge âlemi temel sâbit zannetmesi ve burada keşfettiğini sandığı kuralların asla değişmeyeceğine inanmasıdır. Böylece "scientizm" hastalığı başlar ve 20. Yüzyılın başlarından itibaren de ciddi tenkitler alır. 40 lı, 50 li yılların sonunda bu tenkitler iyice çeşitlenir! Ne var ki, resmî eğitimlerde scientizm devam eder. Biz mi? "Bilim"in putlaştırılmasına karşı bir iki ses dışında, ortalık, resmî ideoloji taraftarı olanı ve olmayanıyla scientistlere teslimdir. Her şey geç gelir şu Batıdan! Onlar üretir ve satarlar. Ve biz bir malı, kullanım ve salâhiyet vakti geçeli yıllar olsa da elimizden, zihnimizden atamayız! Mevkîmizin hep "kuyrukçu"luk olmasındandır bu. Oysa yapmamız gereken, hesabını vere vere kendimize kavuşmaktır! "Kendimiz" tabiri, muğlaktır. Peşin fikir gereklidir burada! Yoksa bu sözlerim kuru bir kabuk olur; herkesin ağzında öttürdüğü cinsten! "Kendimiz", Hakkın rızasını elde etme mücadelesini bırakmayan insan-ı kâmil olma yolunda didinenler olmalıyız ki, içtiğimiz suyun, söylediğimiz sözün tadı olsun.

6- Yeni olan her akımı derhal sahiplenme tavrının olmayışı...

Biz kendimizde olana güvenemediğimiz ve zihnî donanımımız yeterli olmadığı için, İslâm dünyasında yahut Batıda çıkan her yeni akıma hemen sahip çıkıyoruz. Bu bir pazarlama tekniğidir kardeşim; o adam güçlü, pazarlıyor, "al" diyor. Sen de alıyorsun onu! Ben almayalım, hiç bakmayalım demiyorum. Git, oku, anlamaya çalış. Ama benim kurmaya ve korumaya çalıştığım sistemle farkı nedir? Acaba ne yönlerden ayrılıyor, bir bak. Sonu ne olur? En başta söylediğim gibi; iki sene savunur, üçüncü sene dönersin! Anladığın için dönsen gene iyi! O fikrin bir cevheri vardır; onu görmeye çalış, onu özümse. Kendine mâletmeye çalış. Kurcala. Şimdi ben bu tür akımlara sahip çıkmaya çalışanlara hem kızıyor hem de kızmıyorum. O kadar büyük bir baskı var ki, adam ne yapsın? Hâkim sistem karşısında bir çıkış yolu arıyor. Bu adamlar Batıdan anlar. Batının getirdiği herşeyi güzel sayar. Bak, ona Batıdan referans vereyim ki anlasın derdimi diyor. Bu intibâı vermek için bir sürü kitap döktürüyorlar. Üç sene sonra da kitaplar eskiyor zaten. Oysa İbda nın; ana fikir manzumesine bakıştan sonra, yeni çıkan akımların yanlışlarını ve doğrularını gösterebilme cehdi var.

7- Teknolojiye bakışta ifrat ve tefritden uzaklık...

Ne teknoloji düşmanlığı, ne teknoloji hayranlığı... Dünya görüşü emrinde ruhu zedelemeden
şekillenmesi gereken madde. 1975 li yılların sonunda, 80 li yılların başında Türkiye de İslâmî çevrelerde bir akım başlamıştı: Teknoloji her yönüyle kötüdür. Hiçbir şey alınmayacak. Teknoloji zaten şeytan icadı. Bizim işimize yaramaz, ahlâkî de değil. Ee? Ne yapacağız öyleyse? Hiçbir şey yapmayacağız! Bu dönemlerden önce 19. yüzyıldan beri varolan, bugüne kadar da devam eden başka bir akım var; "Efendim teknoloji her yönüyle iyi. Hepsini alacağız. Onu alacağız, alacağız, alacağız, burada da büyüteceğiz. Büyük tank fabrikaları kuracağız, büyük..." Tank fabrikasını kur ama, tankın nasıl yapılacağını bir anla, benim ne kadar ihtiyacım var diye düşün. Meselâ, alternatif teknolojiler varsa onları araştır. Asla hayal sayma! Yoksa ebediyyen çevre ülke derecesinden kurtulamazsın; sürekli eski teknoloji alırsın ve kendi hayat biçimine, hayata bakışına uygun, kullanışlı ama ince bir zevkin tüttüğü âlet veya eşya üretemeyen dar bir çöplük olursun. İbda da, bu meselede de ifrat yahut tefrit yok. Diyor ki; biz, bu manzume ve bu bakış içerisinde elbette kendimize yetmek ve güçlü olmak zorundayız. Madde, eşya; tek tek sırları incelenecek. Ama asla insana, insan ruhuna tahakküm edecek hâle gelmemeli! Burada tahakküm eden de biçâre madde değil ya, işte alışkanlık kullanıyoruz... Kötü emelleriyle onu zulüm ve istibdat vasıtası hâline getiren insanoğludur suçlu. Bu bakış çok önemli. İşte İbda da ben bu bakışı görüyorum. Yani teknoloji uyarlanacak, ihtiyaçlara göre belirlenecek ve bunlar yapılacak; ondan sonra gerekiyorsa burada üretilecek. Demek ki teknolojinin ne âşığı ne de kindarı olmamak gerekiyor! Bu tesbit çok net olarak var bu düşüncede. Ben bu niteliği, böyle net bir şekilde başka İslâmî akımlarda görmedim. Kimileri paldır küldür; Zaten dünya kötüye gidiyor ... Eee? Hiçbirisini almayalım abi... Napalım... Kendi köşemize çekilelim diyor. Sen bu tarza meyledersen, Allah ın yeryüzündeki halifesi olmak vasfından kaçmış olmuyor musun? Peki bu mesuliyetten niye kaçıyorsun? Sonra bu mesuliyetsizliğini garip edebiyatıyla örtmeye çalışıyor. Hangi garip? Hangi gurebâ? O hadiste geçen garip liğin mânâsını sen nerden biliyorsun?..

8- Dinî malûmat serdedişte tavır ve duruşu da mühimseyiş...

Dinî mevzularda fikir beyan edenlere bakışta, bilgi birikimiyle beraber tavır ve duruşu da
mühimsemek... Çünkü fıkıh, sadece bilmek değil; derin anlayış, samimiyet ve cesaret demektir! Yani
tavır koyabilmektir. Fıkhın temelinde bu var. Siz -yarım yamalak da olsa- kendinize has modelin bulunmadığı bir yerde fıkıh üretmeye kalkarsanız, her sözünüz, sizi saran muhitin kullanacağı malzeme
hâline gelir. Burada, kısaca içtihat mevzuuna değineceğim. Bir kere, mutlak ve en geniş anlamıyla içtihadı gerçekleştirecek kabiliyette muttakî, cesur ve dâhî müçtehitler yok artık. Yani ilk devirlerdeki İmam-ı Azam, İmam-ı Mâlik gibileri yok. Ayrıca, temel kaideler belli ve Nassın olduğu yerde içtihada mesağ yok hükmü mevcut. Bunu niye söylüyorum? Zira bugün içtihat denildiğinde, tam mânâsıyla açık
nassları çiğnemeyi murâd eden yağcı tipler vardır. Bir de havarîlik taslamaları yok mu? Zaten, varolan
güç, seni medyasıyla ve her nevî iktidar enstrümanıyla koruyor. Bu kahramanlık pozları neyin nesi? Fıkıh, kendi gelişimimiz ve yeni hadiseler karşısında alacağı doğru tavırla kendini yenilemeli. Âcizâne
haddim olmayarak vardığım netice şudur: "Mecelle" tipi, ama daha geniş açılı ve teferruatlı çözümler üretecek bir cesur-muttakî-dâhi bilginler kuruluyla bu işin halledilmesi. Fakat bu yenileniş, İşte ben şöyle içtihat yapıyorum; böyle üstünlüğüm var sizin imamlarınızdan! türü iddialarla ortaya çıkanların yapacağı bir iş değil! Açık konuşmak lâzım: Böyle bir ortamda, samimi olarak çabalayıp içtihat niyetiyle birşeyler yapsanız bile, uygulayacak ve geliştirecek otoriteniz olmadığı için, varolan sistemin yemi olursunuz! Zira fıkıh ve içtihat dediğimiz şey, ne müzeye koyacağınız bir ferman ne de entelektüel mastürbasyondur! Ya ortamı değiştirir, hatasıyla sevabıyla o zaman fıkhınızı, içtihadınızı yaparsınız veyahut bunun aksine içtihat , reform laflarıyla avanak avlayan, kurulu sistemin bedava horozu olursunuz! Gücünüz yok iken ürettiğiniz hukuk, hukuk mudur? Aptalca bir övünme ve tembellik vesilesi bu! Veya, kirlenmiş vicdanlara rahatlama cilâsı! Hayır, hayır, samimi olarak fıkıh bahsinde gecesini gündüzüne katıp çalışanları takdir ediyorum. Onlar benim baştâcım! Onlar beni anlayacaktır zaten! İthamlarım, sistemin yağcılığını yapan yalaka tipleredir!

9- Zamanın gittiği yönü seziş...

Şöyle ki; aklı mühimsiyor ama, ruhiyatı asla ihmal etmiyor. Ve bu ekolde, çalışkan bir ruhîlik var. Yani; boş, tembel ruhçuluk yok. Batının bile terkettiği kuru akılcılık da yok. Batı, biliyorsunuz, büyük zihnî devrimlerden falan sonra, akla taparlığı bıraktı. Ama akla taparlık İslâm dünyasında, Türkiye de ve bazı yerlerde devam ediyor. İbda, aklı mühimsiyor. Ama Batının dahi bıraktığı ve bizim de bırakmamız gereken kuru akılcılık yok. Batının, kendi sisteminin devam etmesi için tüketicilere sunduğu Hint usûlü ruhçuluk da yok İbda da. Bu Hint usûlü ruhçulukta, artık harekete geçiricilik, mesuliyet alıcılık vasfı kalmamıştır; iyi, doğru ve güzeli yapmak için mücadele ediş ruhu yoktur onda. Ruhu mühimsemenin hakikati bu değil ki! İbda nın ruhî yönü öyle birşeydir ki, insan rüyasını görür, düşünür, coşar ve coştuğunu yapmak için harekete geçer. Gerçek ruhîlik bu işte! Ve bu, İbda da var! Piyasaya,
televizyonlara falan bakıyorsunuzdur; 21. yüzyılda din ve inançla ilgili mevzular tamamen dünyaya hâkim olacağı için, insanlara ruhçuluğun doğru adresini göstereceklerine, tutuyorlar -affedersiniz tabirimi mazur görün- ottan kıldan, hiçbir ciddi değeri olmayan akımların reklamını yapıyorlar. Adam Hindistan dan gelmiş, bilmem ne kişinin reklamını yapıyor. Hinduizmin temel felsefesini, bu felsefenin sonuçlarını, varyasyonlarını, neyle nasıl uyuştuğunu anlatan güzel bir konuşma yapsa, anlarım. Lâkin neticede bu propagandada, insanların ruha, ruhiyata ve dine olan şevklerini boş, bulanık yerlerde körelterek, onları bu sahada da tüketici hâline getirme isteği vardır. Esas hedefe gitmesin, yamuk yumuk yerlere gitsin; böylece eforunu orada bitirsin! Herkese çeşitli ebat ve elvanda emzikler, incik boncuklar...

10- Fikirde müphem, harekette müşahhas ve işaret edici oluş...

Bir fikrin, muhataplarında ben bu fikri doğru anlayabilmeliyim gibi bir cehd uyandırabilmesi için bazı yönlerden müphem olması gerekir. Bu, zâhirî yönü... İkinci yönü; zaten mevzu ağırdır. Sen varlığı hülâsalandırmak, kâinata mânâ vermek, dünya görüşü oluşturmak istiyorsun. Bunu oluştururken, elbette ki müphem kaldığın yerler olacaktır. Ama hareket edişte müşahhas olacaksın. Mesele çok kapsamlı olduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ edeceğiz.

11- Varlığı kavrayıştaki derinlik...

Ve İbda nın -sözümü bitiriyorum- en derin ve etkileyici farkı, varlığı kavrayıştaki derinliğidir. Dölleyici fikir diyorum ben buna. Öyle güzel, öyle dikkat çekici umdeleri var ki, kişi kendisini ona bıraktığında, fikre muhatap fert olarak, kendisi daha izah edici tarzda fikir üretebiliyor. Bu çok önemli. Yani üretkenliğe elverişli bir ıslahat zenginliği var.

Müntesiplerine, kendi ferdî üretim sahalarını veriyor. Müntesipleri, gerek doğrudan zihnî, gerekse ilmî faaliyetlerin çok daha güzel çerçevelere oturtulması yarışına girebiliyorlar. Bu, pratik açıdan heyecanın devam etmesini sağlar. İşin aslına baktığımızdaysa, o fikrin gelişmesine, kök salmasına, bir "mektep" olmasına yolaçar. Bu çerçevede, Mirzabeyoğlu nun, icabettiğinde düz mantık dışında bir mantık, paradoks mantık kullandığını belirtmeliyim; özellikle varlık, ruh gibi bahislerde. Bizde İbn Arabî gibi büyük sufîler, uzakdoğuda Lao Tsu gibi filozoflar bu mantığı kullanmışlardır. Aslında inancını yüreğinde alev gibi taşıyan, dev bir değişim hamlesi başlatmak isteyen herkes, az buçuk bu mantıktan istifade eder. Bahis geniş olduğu için girmiyorum. Kısaca, bildik ayniyet ("özdeşlik") ilkesine uymamak demektir bu mantık.

Son söz; hakikaten verimli bir mektep... Tıpkı (Kelime-i Salihiyye) gibi ki, çorak bir muhitte, sahrada bir dağ yamacında zuhur ediyor. Ve diğerlerini zuhur ettiriyor. İsmi üzerinde İbda; ve bu sistem, kendi aksiyonerini, kendi şârihini, kendi yorumcusunu yetiştirdiği sürece, belki ağır ağır, belki de hızla yayılacak. Ama köklü olduğu için, hem tüm ülke sathına hem diğer ülkelere hem de yaşarsak önümüzdeki yüzyıllara damgasını vuracaktır diyorum. Vesselâm...

Said Aykut

Hiç yorum yok: