"Sürülmüş Tarla"daki Manyak ve Sapıkları Temizlemek


SİNAMİ ORHAN

Gelişecek ve büyüyecek bir hadise seneler öncesine götürdü bizi…
BBP Genel Başkan Adayı ve MKYK üyesi Yavuz Ağıralioğlu, BBP’nin olağanüstü kurultayı toplaması için gerekli olan rakamın üzerinde bir sayıyı, 242, sağladıktan sonra imzaları partiye vermek için gittiğinde içeri giremiyor üstelik hafifden bir kavga gürültü cereyan ediyor vs. tafsilatı gazete köşelerinde mevcut, oradan takib edilebilir.

Bunun üzerine kendilerine “şehid Başkanın son divanı” diyenler hemen karşı propagandaya başlayıp, imzaların sahte olduğunu öne sürüyorlar; bundan sonrasını kurultaycıların yazısından takib edersek eğer olaylar şöyle cereyan ediyor:
“-Ve ertesi gün rezaletin son perdesi yaşandı. Yönetime geldikleri günden bu yana AKP’nin her politikasını destekleyen ve yakalarında ki hilal-gül rozeti olmasa AKP Ankara İl Başkanlığı zannedilecek genel merkez yönetimi, kendilerinden son derece memnun cemaatin yayın organı ZAMAN gazetesine dudakları uçuklatan bir açıklama yaptılar. Habere göre Yavuz Ağıralioğlu ve beraberindekilerle birlikte 242 imzanın sahibi, partinin referandumda evet tavrına nisbetle oluşturulmuş, partiyi karıştırmak isteyen, ergenekoncu oldukları için partiden kovulan ve on yıldır uğramayan tiplerdi(!) Ve bunların içinde Yavuz Ağıralioğlu'ndan başka hiçbir partili yoktu, üstelik Ağıralioğlu ibda-c ciydi...”

Yavuz Ağıralioğlu’nu geçmişinden ötürü laf kondurmayan ama “imzacıları” karalayarak bir “köylü kurnazlığı” ile Ağıralioğlu’nu “oyuncak-kukla” durumuna sokan bu haberde dikkatimizi çeken, “kukla”lığının delili olarak “İbda-c’li” olmasını öne sürmeleri.
Gülen ve adamlarınca, ki gerçekten de her türlü çığırtkanlık ve cırtlaklık yaparak “psikolojik harp” uygulamalarını tatbikde gündengüne “uzmanlaşıyorlar”, bunu bir kenara bırakırsak, “İbda-c”yi daha dün “saman altından su yürüttükleri tv”lerinde “balyoz’da tutuklanacak kanaat önderleri” diyerek isim isim saydıklarının arasına, dergimizin genel yayın yönetmeni Saadeddin Ustaosmanoğlu’nu “İsmailağa; İbda-c” diye gösterir ve “balyoz’a destek” bekler bir şekilde “mülayimce” sunarlarken, Y. Ağıralioğlu’nun durumunda da “cabbar” bir şekilde sunuyorlar… Ergenekoncuların “tutuklanacaklar listesi”nde bulunan biri ve bağlı olduğu fikir nasıl “Ergenekon yanlısı” olur, bu açık tenakuzu nasıl cevaplar, umurumuzda da değil.
Neymiş, “üstelik Ağıralioğlu İbda-c ciydi...”

O öyle midir değil midir, elimizde “İbda-c listesi” bulunmadığından ve öğrenmeleri gerekir, BULUNAMAYACAĞINDAN ötürü, “evet-hayır” demek gibi bir durumumuz yok; fakat başta söylediğimiz üzere, bu gelişecek ve büyüyecek hadise bizi seneler öncesine götürdü.
Sene ‘92’nin başları. Amiral Tafdil’deki İbda Yayınlarından gelen bir telefonla “Ak-Doğuş Dergisi İdarecileri” olarak orta katdaki odada bir toplantıya çağrıldık. “Gabi” oradaydı ve konuk da, “acil olarak çağıran” da, içeriden yeni çıkmış MUHSİN YAZICIOĞLU…

Merhum Muhsin Bey kendinin bir “durum değerlendirmesi”ni yaptıkdan sonra, “albay”ın ve partisinin durumuna getirdi sözü, “Ak-Doğuş”da yaptığımız yayınların “ayrılmayı öne getirdiği ve acil haline soktuğunu” anlatıp DAVAMIZ DEDİĞİ İBDA’NIN TABANA ANLATILMASINDA YARDIMCI OLMAMIZI istedi.

“- Beni Anadolu’dan birçok yerde çağırıyorlar, her yere gidemiyorum, herkesi de gönderemiyorum, yerleri ben ayarlayacağım, sizler de gidip orada davamızı, İbda’yı anlatacaksınız, artık başka yol kalmadı!“

Nitekim bunun akabinde İbdacılar tarafından partinin binası Ankara’da tutuldu, parti tüzüğü kaleme alındı ve kuruldu.
Şimdi Y. Ağıralioğlu’na “İbda-C ci” diye fiske vurduklarını sananlara açıkça söyleyelim ki, BBP’nin KURULUŞ SÜRECİNDEN, KURULUŞUNA KADAR dahlimiz mevcuttur ve bir “İbda- C ci” aranacaksa eğer, merhum Yazıcıoğlu bunun başında gelirdi!

Gelirdi diyoruz çünki, sonra “saman altından su yürütenler” devreye girdi ve üstelik Ağıralioğlu’nun ekibini suçladıkları “Ergenekoncular”la işbirliği içinde!

O günleri hatırlayanlar bilirler, A. Çatlı da “legale” çıkmak için Yargıtay ile görüşüyor, birtakım “valizler” karşılığı üzerinde bulunan “kirlilikten” kurtulmaya çalışıyordu. Yeni partinin kuruluş süreci de başlamıştı.
İşte bu anda iki noktadan “tarlayı sürmek isteyenler” devreye girmeye başlamışlardı.

Birincisi, Susurluk’un babası, “1000 operasyon’cu” Mehmet Ağar; hem Çatlı hem de Yazcıoğlu ile görüşüyor ve zaten kafasında verdiği karar gereği Çatlı’nın partinin başına geçmesini “ertelemeye” veya “oyalamaya” çalışırken Yazıcıoğlu’na da, elbette o an bunlardan habersiz, “şartlar sürerek” teslim almaya çalışıyor. Şartlardan birincisi ve en önemlisi de “İbdacıların teşkilâtlardan temizlenmesi”…

Saman altından su yürütmeye çalışan “yeni gladyo”cular da, Hüseyin Gülerce ile birlikte Yazıcıoğlu ile görüşüyor, “yeni bir partisiniz, reklama, sesinizi duyuracak bir yere ihtiyacınız var, sizin gazete küçük, Zaman ise büyük gazete, içinizden “İbda-c cileri” atınız, sayfaları size açalım!” teklifini götürüyorlardı.

O dağda ölmeden çok önce “ölüm kararı”nı imzalayan Yazıcıoğlu, “küçük olsun benim olsun” mantığını kabul etti ve bir basın toplantısı ile İbda işaretini yaparak “bu işareti yapanlarla hiçbir alakamız yoktur!” açıklamasını yaptı. Böylece Yazıcıoğlu, “bizim tarlayı çok önceden sürmüşler” dediklerinin “yoluna” girdi ve partide, gençlik teşkilatında büyük bir tasfiyeye başladı. Yayın organlarımızı teşkilata sokulmasını yasakladı.

Buradan bakarsanız, o günden bugüne, memleketimizdeki birçok “misyoner cinayeti”nde, saldırısında “izleri” bulunan BBP’lilerin, Mehmet Ağar ve Gülen örgütü ile akrabalıklarına bakmak gerekir; birilerini lekelemek için kullandıkları “İbda-c ci” lafı havada kalmaktadır, teşkilâtın “emirkomuta düzeni” tamamen onların elindeydi çünki.
İbda’ya yönelik saldırılar, “Muhalif” isimli haftalık dergide, 1999 sürecinden sonra, İbda’ya yönelik o katliam öncelikli saldırıların hemen akabinde, “derin” kitablar yazmakla ünlenmiş Hakkı Öznur öznesi ile ki partinin genel başkan yardımcısıdır, devam etti.
Metris’den Sancar’ın şehidlik kanları ile süslenerek çıkartılıp Eskişehir Özel Tip’e konulduğumuzda, “komşumuz” olan “İdi Amin”in bize gönderdiği “Muhalif”i okurken Öznur öznesinin “28 Şubat ve Müslümanlar” değerlendirmesini gördük.

Suratında zerre kadar zeka belirtisi olmayan Öznur öznesi, 28 Şubat’ın “ezmesi” ile birlikte önüne geleni “provokatör” ve “karanlık mihrak” olarak niteleyip o günlerin modası olan “öz eleştiri yapmalıyız” laflarını geveleyerek İbda için “karanlık mihrakların oyuncağı…” gibi boyundan büyük ve saman altından su yürütmeye çalışan yeni gladyonun “kanalında” küfrünü kusuyordu.

“Muhalif”in yazı işleri ile “editörü”ne bire cevabi yazı yazdım, “söz hakkı” dedim ama oralı olunmadı ve Yazıcıoğlu’nu bile “karanlık mihrak” diye niteleyebilecek olan yazının “genel tutum” olduğunu anlamış olduk böylece.

90’lara gelen süreçde “Bizim Ocak”ın da çıkmasına vesile olan, onun “sert” tarafını temsil eden “Mesele” dergisinin Ak-Doğuş’la olan teşrik-i mesaisini, başta Bursa cezaevi olmak üzere, “ülkücülerin” bulunduğu cezaevlerinden dergimize gelen mektubları ve o mektubların “isim sahiblerini” yazmaya gerek yok; şunu demek istiyoruz yani, bize “karanlık mihrak” diyen ALÇAK ÖZNE, aslında “nevzuhur” bir tipdir ve “ülkücülük” ile kesinlikle bir alâkası olmayan, belki “yeni Mümtaz’er” olabilecek tıynetde, Gülen’in yamacından ayrılamayacak ve “yeni gladio”da “eğitimcilik” yapabilecek bir “unsur”dur sadece!

Şimdi bu “unsur”lar, o meşhur “temizlik” esnasında karşı duruş almış bulunan Yavuz Ağıralioğlu’nu da “İbda-c ci” olarak niteleyerek, Yazcıoğlunun “gençlik teşkilâtı”nı kurmakla görevlendirdiği birine “leke” attıklarını zannederlerken, tüm bir BBP tarihini yerlebir ediyorlar ve gerçek yüzlerini apaçık bir şekilde ortaya seriyorlar.
Ağıralioğlu’nun İbda ile bir alakasının olup olmaması bir yana, “tarlanız sürülürken” ne haltlar karıştırıyordunuz, ilk önce bunun hesabını verin!
“Provokatör” diye nitelediğiniz “İbda-c ciler”in mahkeme süreçlerine bir bakın, delilsiz, mesnedsiz, şimdi “Ergenekon masası” olan “İbda masası”nın “hizmet eri” polislerinin hazırladığı fezlekeler ve “Ergenekoncu” oldukları apaçık ortaya çıkmış bulunan hakimlerin “kanaatleri” ile cezalandırılmışlardır, bir de “Yazcıoğlu’nun son divan heyeti” zamanında içeriye giren “BBP”lilere bakın!

“Tarla sürülmüş” demişti Yazıcıoğlu, hemen akla getirmek lâzım, bizimle konuşması esnasında, “KİMSEYE GÜVENMİYORUM, HERYERE GÖNDEREMİYORUM” sözünü hatırlayın, “eğitimcileriniz” ne biçim bir eğitim verdiyse –kimileri- “kaatiller sürüsü” haline getirilmiş bir “gençlik teşkilâtı” ortaya çıkmış, ne yapıyordunuz o zaman ve bu haliniz ortadayken kim KARANLIK MİHRAKLARIN TEMSİLCİSİ oluyor, buna cevab veriniz?
Yavuz Ağıralioğlu’nu şahsen tanımam, fakat, BBP için, olağanüstü kurultay istemesinde yerden göğe kadar hakkı vardır.

“Sürülmüş tarlada” biten MANYAK VE SAPIK TİPLERİ partiden, teşkilâtlardan atmamaya niyetli ve kurulu düzenlerin bozmamaya çalışan “son divan heyeti”ne karşı açtığı isyan bayrağı, hayırlı olacakdır kanaatindeyiz.

Birisini-bir faaliyeti desteklemek için illa ki “bizden olmalı” diye bir yobazlığımız olmadığını, “Yazıcıoğlunun son divan heyeti” titrlerinden ve “haber elemanı” ve “ajan provaktör”lerle dolu “teşkilâtlarından”, yani “sürülmüş tarlalarından” başka birşeyleri bulunmayanlara duyurulur!


http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/furkan-yazarlari/sinami-orhan/1106-qsurulmus-tarlaqdaki-manyak-ve-sapiklari-temizlemek

2012 Son “TELGRaf”... YENİDEVİR ; 1859 ve 1921

HABER

Astronomlar, 2012 yılında yaşanacak güneş fırtınasının Dünyayı çok sert vuracağı görüşündeler.

Astronomlar, bu ayın başlarında Dünya'da ilginç ışık gösterilerine sebep olan güneş fırtınasının çok daha büyüğünün gelmekte olduğu uyarısında bulundular.

2012 yılında meydana geleceği tahmin edilen bu büyük fırtınanın 100 milyon hidrojen bombasının gücüne eşdeğer bir kuvvetle Dünya'yı vuracağı tahmin ediliyor.Amerikan medyasının verdiği haberlere göre, NASA bu ay yaşananların sadece Güneş'te hazırlanmakta olan devasa fırtınanın öncüsü olduğu uyarısında bulunuyor.

2006 yılından beri bu felaketi gözlemleyen NASA'nın uyarısına göre, fırtına 2012'de Dünya'yı vurduğunda, gezegenimizin tamamında büyük güç sorunları yaşanabilir.

1859 ve 1921 yıllarında yaşanan benzer büyüklükteki fırtınaların ardından dünya genelinde bir kaos yaşanmış, telgraf hatları işlemez hale gelmişti.

Araştırmacılar, içinde bulunduğumuz teknoloji çağında sözkonusu fırtınanın çok daha büyük çapta hasara sebebiyet verebileceğini söylüyorlar.Astronomi dalında öğretim görevlisi ve yazar Dave Reneke: "Astronomların genel kanısı 2012 yılında yaşanacak fırtına son 100 yılın en şiddetlisi olacağı yönünde" diyor.

"Böylesi bir felaket, ondan en çok etkilenecekler tarafından ciddiye alınmalı, havacılık şirketleri, iletişim şirketleri ve GPS sistemiyle çalışan herkes."

NASA'nın hazırladığı bir rapora göre, böylesi bir felaket eğer bugün yaşanırsa 1 ila 2 trilyon dolar arası zarara sebep olacak ve zarar gören sistemlerin tam onarımı için 4 ila 10 yıl arası bir süre gerekecek.

İbda Mektebinin Farkı






AKADEMYA

1- Kendine has bir mahallîlik...

Açıkça yerli bir insandan yola çıkış; Necip Fazıl... Ve yine Anadolu halkının tanıdığı tasavvuf kültürü...

Kendi toprağında kendine has fikir (ve eylemi) bulma çabası... Bu çok önemlidir. Türkiye de bu
şartlarda birşeyler yapmak isteyen solcu, sağcı, İslâmcı, komünist, herkes bunu bilmek, bunu anlamak
zorundadır. Bir fikir kendi toprağında gelişebiliyorsa, çok rahat bir şekilde tesiri yıllar sürecek bir
mektep oluşturabilir. Belki onu anlayabilecek insan azdır ama, yüzyıllar boyu etkisi geçmez. Bu
özelliğe sahip değilse, balon gibi patlar. Üç dört sene devam eder, aynı (fast food) gibi. Sonra
bakarsın, bitmiş!

2- Kendine has bir cihanşümûllük...

İbda Külliyatına, onun oluşturmaya çalıştığı dilin ve ele aldığı mevzuların tümüne baktığımızda,
gerçekten kendine has bir cihanşümûllük görüyoruz. Irk ve (etnosentrizm) gibi vakıalar yok. Herkes
bilir ki, İbda Külliyatını derinlemesine anlamaya çalışanlar içerisinde Türk de vardır, Kürt de vardır,
Çerkez de vardır, Türkmen de vardır. Alman, Fransız ve Arap da var; yeni yeni üzerine yoğunlaşıyorlar.
Varlık düşüncesine bakınız. Hegel'i ve diğer Batılı filozofları ele alış, özümseyiş tarzına bakınız. İşte bu
hususiyetler, bu Külliyatın kendine has bir cihanşümûllük vasfına sahip olmasına yolaçıyor.

Bu iki vasıf çok önemli. Bunlardan biri olmayıp diğeri olduğu zaman, bu iş yürümüyor. Dünyanın her tarafındaki büyük kültür değişimlerine bakın, bunu göreceksiniz. Evvelâ kendine mâletme ve o kendine mâledilmiş şeyin yine başka insanlar tarafından anlaşılabilir ve alınabilir olmasını kastediyorum.

3- Tarihe küfretmeyiş...

Tarihi doğru bir şekilde değerlendirmeye çalışmak... Kanuni den başlayan himmet ve fikir eksikliğinin farkında bu mektep. Bununla beraber, Anadolu da varoluş sebebimizin İslâm dan başka bir şey olmadığını da biliyor. Bu çok önemli bir noktadır. İslâmî meyilli gözüküp de, (zaten diğer meyillerin, tarihe toptan bir ezme-ezilme hikâyesi olarak baktıkları için böyle bir dertleri yok) kendi tarihini bilmeyen, tarihinin her tarafına küfreden bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz! Adamın zihni, bilmem hangi ülkeden çevrilmiş kitaplarla bulanmış. Kendini bilmiyor. Kendisini o zannediyor. Onu savunuyor iki sene, üç sene, beş sene! Sonra bakıyor ki, bu topraklarda o fikri savunmakla birşey olmayacak, rüzgar da
değişmekte; onbeş sene Osmanlı ya küfrettikten sonra Osmanlıcı oluyor! Bunları hepimiz görmüyor muyuz? İsmi de, İslâmcı! Dön baba dönelim. Olmaz ki böyle... Önce anla: Bu tarihte nerede hata yapılmış, büyük tarafları nedir, ne taraflara nasıl bakmamız gerekiyor? Yani Kanuni den beri bir aşk eksikliği var, fikir eksikliği var. Medreselerde nasıl bir donma olmuş, bunları bir araştır! Kendini doğru tarif ve tahlil et. Kendin hakkındaki ilk peşin fikrin, mutlaka doğru olmalı. Kuşkusuz bu Külliyat bir tarih kitabı, bir furû fıkıh kitabı değildir. Her konuya, temel cümleler hâlinde işaret ediliyor. Ardından o konu
hakkında fikir yürütmek sana ait. Sen bu cehdi göster, fikrini yürüt!..

4- Ehl-i Sünnet'i savunma...

Bu, Mirzabeyoğlu nda, hem bir doğrunun savunulması, hem de tarihe sahip çıkılması anlamını taşıyor. Hiçbir ciddi aksiyon ve fikir üretemeyen beyinlerin; Mutezile, Şia ve garip bir Selefîlik ile vakit
geçirdiğini gören gözler var bu mektepte. Dolayısıyla birliğin, hakikatin, gücün ve içtimaî gerçekliğin
farkında olan bir bakış var. Ucuz bir bakış değildir bu. İşte bugün cesaret ve özgüvenin sembolü olmasının sebeplerinden biri de budur.

5- Helezonik bir tarih anlayışı...

Yani, "doğrusal, ilerlemeci" (= lineer, progresif) tarih düşüncesine şuurlu olarak karşı çıkan bir tarih anlayışı var. Lâkin çok önemli bir noktaya parmak basacağım; burada asla mesuliyetten kaçış yok!
Meseleye uzak kalanlar açısından bir şerh gereği duyuyorum. Bazı antik felsefe ekollerinin düştüğü hata
şudur: Yine onlar da tarihi dairevî bir tarzda savunuyorlar ama, Herşey tekrar ediyor, herşey aynı yere
varacak o halde herhangi bir gaye için çabaya gerek yok diyorlar. Bu hata, İbda için sözkonusu değil.
Helezonik bir tarih anlayışı var ama, işte herşey aynı yere varıyor diyerek de çabadan uzaklaşmak yok.
Aslında herşey, aynı yere aynı şekilde varmıyor! Yine değişiyor. Bir helezon düşünün; daire aynı yerin
üstüne geldiğinde, alttaki daire ile aynı mıdır? Hayır! Çakışan tarafları vardır. Tıpkı bayramların belli
vakitlere gelmesi gibi... Çakışan yönler vardır ama, artık su akmıştır, yeni bir hadise vardır karşımızda;
demek ki, yeni ve doğru bir savunma ve fikrî ifade ediş tarzı lazımdır. İşte bunun adı "diyalektik"tir.
Dolayısıyla sürekli eylem, sürekli hareket ve Allah ın isimlerinin tecelligâhı olma şuuruyla, bitmeyen bir
mücadele ruhu var bu mektepte. "Doğrusal ilerlemeci" tarih anlayışı olmadığı için de, bugün İslâmcı yahut başka meyilden gelen bazı yazarlarda gördüğümüz, Bugünkü bilimin her dediği doğrudur; Müslümanlığı, Kur ân-ı Kerim'i ve tefsiri de tamamen bugünkü bilim doğrultusunda yorumlayalım, böylece Kur ân-ı Kerim'e büyük bir iyilik etmiş oluruz hezeyanı yok İbda da. Eğer bugünkü "bilim"in her dediğini doğru sayarsan, Kur'ân'ın tahrifine de kapı açmış olursun. Çünkü, "bilim"in kendi hususî vasfı vardır: Sürekli değişmek! Thomas, Kuhn ve L. Althusser gibileri buna işaret etmişler, sayfalar dolusu izah
getirmişlerdir. Zira, bugün bilim terimiyle, yaşadığımız şu gölge varlıklar âleminde cereyan eden hadiselerin zâhir yüzü ve bağlantıları kasdolunuyor. Bu âlem ise Halk âlemidir; yeni imkânlara ve değişime açıktır. O halde, doğrudan bu âlemle ilgili bilgiler sürekli değişim içinde olacaktır; ne kadar sarsılmaz gözükse de! Batılının 19. yüzyıldaki büyük yanlışı, şu gölge âlemi temel sâbit zannetmesi ve burada keşfettiğini sandığı kuralların asla değişmeyeceğine inanmasıdır. Böylece "scientizm" hastalığı başlar ve 20. Yüzyılın başlarından itibaren de ciddi tenkitler alır. 40 lı, 50 li yılların sonunda bu tenkitler iyice çeşitlenir! Ne var ki, resmî eğitimlerde scientizm devam eder. Biz mi? "Bilim"in putlaştırılmasına karşı bir iki ses dışında, ortalık, resmî ideoloji taraftarı olanı ve olmayanıyla scientistlere teslimdir. Her şey geç gelir şu Batıdan! Onlar üretir ve satarlar. Ve biz bir malı, kullanım ve salâhiyet vakti geçeli yıllar olsa da elimizden, zihnimizden atamayız! Mevkîmizin hep "kuyrukçu"luk olmasındandır bu. Oysa yapmamız gereken, hesabını vere vere kendimize kavuşmaktır! "Kendimiz" tabiri, muğlaktır. Peşin fikir gereklidir burada! Yoksa bu sözlerim kuru bir kabuk olur; herkesin ağzında öttürdüğü cinsten! "Kendimiz", Hakkın rızasını elde etme mücadelesini bırakmayan insan-ı kâmil olma yolunda didinenler olmalıyız ki, içtiğimiz suyun, söylediğimiz sözün tadı olsun.

6- Yeni olan her akımı derhal sahiplenme tavrının olmayışı...

Biz kendimizde olana güvenemediğimiz ve zihnî donanımımız yeterli olmadığı için, İslâm dünyasında yahut Batıda çıkan her yeni akıma hemen sahip çıkıyoruz. Bu bir pazarlama tekniğidir kardeşim; o adam güçlü, pazarlıyor, "al" diyor. Sen de alıyorsun onu! Ben almayalım, hiç bakmayalım demiyorum. Git, oku, anlamaya çalış. Ama benim kurmaya ve korumaya çalıştığım sistemle farkı nedir? Acaba ne yönlerden ayrılıyor, bir bak. Sonu ne olur? En başta söylediğim gibi; iki sene savunur, üçüncü sene dönersin! Anladığın için dönsen gene iyi! O fikrin bir cevheri vardır; onu görmeye çalış, onu özümse. Kendine mâletmeye çalış. Kurcala. Şimdi ben bu tür akımlara sahip çıkmaya çalışanlara hem kızıyor hem de kızmıyorum. O kadar büyük bir baskı var ki, adam ne yapsın? Hâkim sistem karşısında bir çıkış yolu arıyor. Bu adamlar Batıdan anlar. Batının getirdiği herşeyi güzel sayar. Bak, ona Batıdan referans vereyim ki anlasın derdimi diyor. Bu intibâı vermek için bir sürü kitap döktürüyorlar. Üç sene sonra da kitaplar eskiyor zaten. Oysa İbda nın; ana fikir manzumesine bakıştan sonra, yeni çıkan akımların yanlışlarını ve doğrularını gösterebilme cehdi var.

7- Teknolojiye bakışta ifrat ve tefritden uzaklık...

Ne teknoloji düşmanlığı, ne teknoloji hayranlığı... Dünya görüşü emrinde ruhu zedelemeden
şekillenmesi gereken madde. 1975 li yılların sonunda, 80 li yılların başında Türkiye de İslâmî çevrelerde bir akım başlamıştı: Teknoloji her yönüyle kötüdür. Hiçbir şey alınmayacak. Teknoloji zaten şeytan icadı. Bizim işimize yaramaz, ahlâkî de değil. Ee? Ne yapacağız öyleyse? Hiçbir şey yapmayacağız! Bu dönemlerden önce 19. yüzyıldan beri varolan, bugüne kadar da devam eden başka bir akım var; "Efendim teknoloji her yönüyle iyi. Hepsini alacağız. Onu alacağız, alacağız, alacağız, burada da büyüteceğiz. Büyük tank fabrikaları kuracağız, büyük..." Tank fabrikasını kur ama, tankın nasıl yapılacağını bir anla, benim ne kadar ihtiyacım var diye düşün. Meselâ, alternatif teknolojiler varsa onları araştır. Asla hayal sayma! Yoksa ebediyyen çevre ülke derecesinden kurtulamazsın; sürekli eski teknoloji alırsın ve kendi hayat biçimine, hayata bakışına uygun, kullanışlı ama ince bir zevkin tüttüğü âlet veya eşya üretemeyen dar bir çöplük olursun. İbda da, bu meselede de ifrat yahut tefrit yok. Diyor ki; biz, bu manzume ve bu bakış içerisinde elbette kendimize yetmek ve güçlü olmak zorundayız. Madde, eşya; tek tek sırları incelenecek. Ama asla insana, insan ruhuna tahakküm edecek hâle gelmemeli! Burada tahakküm eden de biçâre madde değil ya, işte alışkanlık kullanıyoruz... Kötü emelleriyle onu zulüm ve istibdat vasıtası hâline getiren insanoğludur suçlu. Bu bakış çok önemli. İşte İbda da ben bu bakışı görüyorum. Yani teknoloji uyarlanacak, ihtiyaçlara göre belirlenecek ve bunlar yapılacak; ondan sonra gerekiyorsa burada üretilecek. Demek ki teknolojinin ne âşığı ne de kindarı olmamak gerekiyor! Bu tesbit çok net olarak var bu düşüncede. Ben bu niteliği, böyle net bir şekilde başka İslâmî akımlarda görmedim. Kimileri paldır küldür; Zaten dünya kötüye gidiyor ... Eee? Hiçbirisini almayalım abi... Napalım... Kendi köşemize çekilelim diyor. Sen bu tarza meyledersen, Allah ın yeryüzündeki halifesi olmak vasfından kaçmış olmuyor musun? Peki bu mesuliyetten niye kaçıyorsun? Sonra bu mesuliyetsizliğini garip edebiyatıyla örtmeye çalışıyor. Hangi garip? Hangi gurebâ? O hadiste geçen garip liğin mânâsını sen nerden biliyorsun?..

8- Dinî malûmat serdedişte tavır ve duruşu da mühimseyiş...

Dinî mevzularda fikir beyan edenlere bakışta, bilgi birikimiyle beraber tavır ve duruşu da
mühimsemek... Çünkü fıkıh, sadece bilmek değil; derin anlayış, samimiyet ve cesaret demektir! Yani
tavır koyabilmektir. Fıkhın temelinde bu var. Siz -yarım yamalak da olsa- kendinize has modelin bulunmadığı bir yerde fıkıh üretmeye kalkarsanız, her sözünüz, sizi saran muhitin kullanacağı malzeme
hâline gelir. Burada, kısaca içtihat mevzuuna değineceğim. Bir kere, mutlak ve en geniş anlamıyla içtihadı gerçekleştirecek kabiliyette muttakî, cesur ve dâhî müçtehitler yok artık. Yani ilk devirlerdeki İmam-ı Azam, İmam-ı Mâlik gibileri yok. Ayrıca, temel kaideler belli ve Nassın olduğu yerde içtihada mesağ yok hükmü mevcut. Bunu niye söylüyorum? Zira bugün içtihat denildiğinde, tam mânâsıyla açık
nassları çiğnemeyi murâd eden yağcı tipler vardır. Bir de havarîlik taslamaları yok mu? Zaten, varolan
güç, seni medyasıyla ve her nevî iktidar enstrümanıyla koruyor. Bu kahramanlık pozları neyin nesi? Fıkıh, kendi gelişimimiz ve yeni hadiseler karşısında alacağı doğru tavırla kendini yenilemeli. Âcizâne
haddim olmayarak vardığım netice şudur: "Mecelle" tipi, ama daha geniş açılı ve teferruatlı çözümler üretecek bir cesur-muttakî-dâhi bilginler kuruluyla bu işin halledilmesi. Fakat bu yenileniş, İşte ben şöyle içtihat yapıyorum; böyle üstünlüğüm var sizin imamlarınızdan! türü iddialarla ortaya çıkanların yapacağı bir iş değil! Açık konuşmak lâzım: Böyle bir ortamda, samimi olarak çabalayıp içtihat niyetiyle birşeyler yapsanız bile, uygulayacak ve geliştirecek otoriteniz olmadığı için, varolan sistemin yemi olursunuz! Zira fıkıh ve içtihat dediğimiz şey, ne müzeye koyacağınız bir ferman ne de entelektüel mastürbasyondur! Ya ortamı değiştirir, hatasıyla sevabıyla o zaman fıkhınızı, içtihadınızı yaparsınız veyahut bunun aksine içtihat , reform laflarıyla avanak avlayan, kurulu sistemin bedava horozu olursunuz! Gücünüz yok iken ürettiğiniz hukuk, hukuk mudur? Aptalca bir övünme ve tembellik vesilesi bu! Veya, kirlenmiş vicdanlara rahatlama cilâsı! Hayır, hayır, samimi olarak fıkıh bahsinde gecesini gündüzüne katıp çalışanları takdir ediyorum. Onlar benim baştâcım! Onlar beni anlayacaktır zaten! İthamlarım, sistemin yağcılığını yapan yalaka tipleredir!

9- Zamanın gittiği yönü seziş...

Şöyle ki; aklı mühimsiyor ama, ruhiyatı asla ihmal etmiyor. Ve bu ekolde, çalışkan bir ruhîlik var. Yani; boş, tembel ruhçuluk yok. Batının bile terkettiği kuru akılcılık da yok. Batı, biliyorsunuz, büyük zihnî devrimlerden falan sonra, akla taparlığı bıraktı. Ama akla taparlık İslâm dünyasında, Türkiye de ve bazı yerlerde devam ediyor. İbda, aklı mühimsiyor. Ama Batının dahi bıraktığı ve bizim de bırakmamız gereken kuru akılcılık yok. Batının, kendi sisteminin devam etmesi için tüketicilere sunduğu Hint usûlü ruhçuluk da yok İbda da. Bu Hint usûlü ruhçulukta, artık harekete geçiricilik, mesuliyet alıcılık vasfı kalmamıştır; iyi, doğru ve güzeli yapmak için mücadele ediş ruhu yoktur onda. Ruhu mühimsemenin hakikati bu değil ki! İbda nın ruhî yönü öyle birşeydir ki, insan rüyasını görür, düşünür, coşar ve coştuğunu yapmak için harekete geçer. Gerçek ruhîlik bu işte! Ve bu, İbda da var! Piyasaya,
televizyonlara falan bakıyorsunuzdur; 21. yüzyılda din ve inançla ilgili mevzular tamamen dünyaya hâkim olacağı için, insanlara ruhçuluğun doğru adresini göstereceklerine, tutuyorlar -affedersiniz tabirimi mazur görün- ottan kıldan, hiçbir ciddi değeri olmayan akımların reklamını yapıyorlar. Adam Hindistan dan gelmiş, bilmem ne kişinin reklamını yapıyor. Hinduizmin temel felsefesini, bu felsefenin sonuçlarını, varyasyonlarını, neyle nasıl uyuştuğunu anlatan güzel bir konuşma yapsa, anlarım. Lâkin neticede bu propagandada, insanların ruha, ruhiyata ve dine olan şevklerini boş, bulanık yerlerde körelterek, onları bu sahada da tüketici hâline getirme isteği vardır. Esas hedefe gitmesin, yamuk yumuk yerlere gitsin; böylece eforunu orada bitirsin! Herkese çeşitli ebat ve elvanda emzikler, incik boncuklar...

10- Fikirde müphem, harekette müşahhas ve işaret edici oluş...

Bir fikrin, muhataplarında ben bu fikri doğru anlayabilmeliyim gibi bir cehd uyandırabilmesi için bazı yönlerden müphem olması gerekir. Bu, zâhirî yönü... İkinci yönü; zaten mevzu ağırdır. Sen varlığı hülâsalandırmak, kâinata mânâ vermek, dünya görüşü oluşturmak istiyorsun. Bunu oluştururken, elbette ki müphem kaldığın yerler olacaktır. Ama hareket edişte müşahhas olacaksın. Mesele çok kapsamlı olduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ edeceğiz.

11- Varlığı kavrayıştaki derinlik...

Ve İbda nın -sözümü bitiriyorum- en derin ve etkileyici farkı, varlığı kavrayıştaki derinliğidir. Dölleyici fikir diyorum ben buna. Öyle güzel, öyle dikkat çekici umdeleri var ki, kişi kendisini ona bıraktığında, fikre muhatap fert olarak, kendisi daha izah edici tarzda fikir üretebiliyor. Bu çok önemli. Yani üretkenliğe elverişli bir ıslahat zenginliği var.

Müntesiplerine, kendi ferdî üretim sahalarını veriyor. Müntesipleri, gerek doğrudan zihnî, gerekse ilmî faaliyetlerin çok daha güzel çerçevelere oturtulması yarışına girebiliyorlar. Bu, pratik açıdan heyecanın devam etmesini sağlar. İşin aslına baktığımızdaysa, o fikrin gelişmesine, kök salmasına, bir "mektep" olmasına yolaçar. Bu çerçevede, Mirzabeyoğlu nun, icabettiğinde düz mantık dışında bir mantık, paradoks mantık kullandığını belirtmeliyim; özellikle varlık, ruh gibi bahislerde. Bizde İbn Arabî gibi büyük sufîler, uzakdoğuda Lao Tsu gibi filozoflar bu mantığı kullanmışlardır. Aslında inancını yüreğinde alev gibi taşıyan, dev bir değişim hamlesi başlatmak isteyen herkes, az buçuk bu mantıktan istifade eder. Bahis geniş olduğu için girmiyorum. Kısaca, bildik ayniyet ("özdeşlik") ilkesine uymamak demektir bu mantık.

Son söz; hakikaten verimli bir mektep... Tıpkı (Kelime-i Salihiyye) gibi ki, çorak bir muhitte, sahrada bir dağ yamacında zuhur ediyor. Ve diğerlerini zuhur ettiriyor. İsmi üzerinde İbda; ve bu sistem, kendi aksiyonerini, kendi şârihini, kendi yorumcusunu yetiştirdiği sürece, belki ağır ağır, belki de hızla yayılacak. Ama köklü olduğu için, hem tüm ülke sathına hem diğer ülkelere hem de yaşarsak önümüzdeki yüzyıllara damgasını vuracaktır diyorum. Vesselâm...

Said Aykut

ÜÇIŞIK




-Abdülhakîm ARVASÎ Hazretleri, Necip Fazıl Kısakürek, Salih Mirzabeyoğlu-


ESSEYYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ

Hayatı:

Hicrî 1281 yılında, o zaman Hakkari'ye, şimdi Van iline bağlı Başkale kasabasının Arvas köyünde doğdu...

Arvasî Ailesi, Hazret-i Muhammed'in soyundan olup, Hülâgu Han'ın Bağdat'ı istilâsı zamanında Kürdistan'a hicret etmişlerdir.

Arvasî ailesi, 1. Dünya Savaşina kadar 600 yıl boyunca bu beldede dinî ilimler ve fen ilimleri neşretmiş; 600 yıl boyunca meydana getirdikleri üç binden fazla el yazması eser, 1. Dünya Savaşi'nda Ruslar tarafından yağmalanmıştır...

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, 1. Dünya SavaşI'nın akabinde İstanbul'a yerleşti...

İstanbul'daki Beyazıt ve Ağa Camilerinde ders verdi...

Eyüp Sultan semtindeki Kaşgarî Dergahı'nda ise tarikat derslerine devam etti.

Kendileri, Nakşî olmakla beraber bilinen bütün sünnî tarikatlarda irşad ehliyetine sahiptiler...

İnsanlara olduğu gibi cinlere de fetva verebildiği için kendisine "Müftü-is Sakaleyn" denilmiştir.

Çocukluğundan itibaren tek bir vakit namazını kazaya bırakmadığı bilinen Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, şu sözü söylemiştir:

- "Yarın Allah huzurunda namazıma niyazıma değil, Ahbes'e olan kinime güveniyorum."

Nitekim Ahbes tarafından dergahları kapatıldı ve sürgün edildi...

Kabri, Ankara'nın Bağlum köyündedir...

Ölümünden sonra da irşadı kesilmediğine inanılan büyük velîlerdendir...

Eserleri:

Vefatından sonra, "Tasavvuf Bahçeleri" ve "Rabıta-i Şerîfe" isimli eserleri Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu Yayınevi'nden neşredilmiştir.






NECİP FAZIL KISAKÜREK

Hayatı:

1905 yılının 25 Mayıs'ında İstanbul'da doğdu.

Maraş kökenli soylu bir ailenin çocuğudur.

Heybeliada'daki Bahriye Mektebi'nde ve Dârülfünûn'un (İstanbul Üniversitesi) Felsefe bölümünde okudu...

M. Kemal tarafından, Batı kültürünü ithal maksadıyla Fransa'ya gönderilen ilk beş gencin içinde o da vardı...

Fransa yıllarında tam bir bohem hayatı yaşadı...

Yurda döndükten sonra Türkiye İş Bankası'nda müfettişlik ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğretim üyeliği yaptı...

1938 yılında Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile tanışıp İslâm'a döndü...

1943 yılında resmî görevlerinden istifa ederek Büyük Doğu ismiyle gazete çıkartmaya başladı. Büyük Doğu gazetesi 1978'e kadar, devlet tarafından defalarca kapatıldığı için fasılalarla çıkmaya devam etti...

1979-1980 yıllarında, Salih Mirzabeyoğlu ile beraber Rapor isimli bir dergi neşretti.

Bütün hayatı Kemalist yapılanmaya karşi mücadele ile geçen Necip Fazıl Kısakürek'in yarı hayatı hapishanelerde geçmiştir.

İki defa ihtilâl teşebbüsünde bulunmuş fakat başarılı olamamıştır.

Birinci ihtilal teşebbüsünde Adnan Menderes'i kullanmak istediğini fakat başarılı olamadığını kendisi hatıralarında yazmıştır.

İkinci ihtilâl teşebbüsü ise, Alparslan Türkeş tarafından deşifre edilerek akamete uğratılmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek, 1983 yılının (doğduğu gün olan) 25 Mayıs'ında vefat etti.

Kabri, İstanbul'un Eyüp Sultan semtindedir.

Eserleri:

12 yaşında şiire başlayan Necip Fazıl'ın ilk şiir kitabı daha 17 yaşında iken yayınlandı ve şiirleri Kemalist T.C.'nin ders kitaplarında okutuldu.

T.C. tarafından, "bir mısraı Türk milletini ihya etmeye yeter" denilerek övüldü...

Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, T.C.'nin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi...

33 yaşında Abdülhakim Arvasî Hazretleri ile tanıştı. Bu tanışma onun hayatında dönüm noktası oldu. Bundan sonraki hayatı, Kemalist yapı yerine kurmayı hayal ettiği "Başyücelik" isimli devletin ideolojik altyapısını hazırlamakla geçti. Fakat o âna dek kendisini yere göğe sığdıramayanlar tarafından, İslamî kimliği açık olduktan sonra yokluğa mahkûm edilmek istendi. Ders kitablarından şiirleri ve fikirleri çıkarıldı. Tiyatrodan sinema senaryosuna, tarihten siyasete, şiirden fikire çok geniş bir yelpazede yüzden fazla eser yazmış büyük bir ideologdur.








SALİH MİRZABEYOĞLU

Hayatı:

1950 yılında Erzincan'da doğdu... Aslen Bitlis'lidir... Soyu, bir koldan büyük sahabî ve başkumandan Halid bin Velid hazretlerine diğer koldan Ehli Beyt'e uzanmaktadır. Ehli Beyt olarak Kürt illerine hicret eden altun neslin ferdleri, bu topraklarda meskûn aşiretler tarafından hemen "Bey" ilân edilmiş ve başa geçirilmişlerdir ki, Mirzabeyoğlu'nun büyük dedeleri de böylece Kürt aşiretlerine nesilden nesile geçerek "Beylik" etmişlerdir. Dedeleri ve amcazâdeleri Musa, Nuh ve İzzet Beyler M. Kemal'e ilk isyan eden isimlerdir. En son Mirzabeyoğlu İzzet Bey 1926'da Kösor dağlarında, T.C.'nin resmî kayıtlarına göre M. Kemal'in 125 askerini öldürerek şehit düşmüştür. Kürt edebiyatının en meşhur isimlerinden Cigerhun, Salih Mirzabeyoğlu'nun nenesi Gülnaz Hanım'ın kahramanlıklarını anlatan destanlar yazmıştır...

Salih Mirzabeyoğlu daha 15 yaşında, Eskişehir'de lise öğrencisi iken Necip Fazıl'la tanıştı. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi'nde Hukuk eğitimi gördü...

1975'ten itibaren eserleri yayınlanmaya başladı...

1979-1980 yıllarında, Necip Fazıl'ın Rapor isimli dergilerinde ideolojik-politik perspektiflerini yazdı.

Necip Fazıl'ın vefatından sonra, 1984 yılında İBDA'yı kurdu ve 1999 yılına kadar kırktan fazla eseri olan Mirzabeyoğlu’nun 2010 yılına gelindiğinde eserleri ellialtı’ya ulaşarak İbda Külliyatı'nı oluşturdu...

1986'dan itibaren, Mütefekkir Mirzabeyoğlu'ndan bağımsız olarak, İBDA etrafında legâl ve illegâl cepheler oluşmaya başladı. İbda-C ismiyle polis kayıtlarına geçmiş yüzden fazla oluşum vardır. İbda-C'lerin örgütlenme modeli, bilinen hiçbir örgütsel şemaya oturmamakta ve "kendinden zuhur diyalektiği" diye tabir edilen bir ölçüye göre örgütlenmeyi öngörmektedir... İstihbarat kaynaklarınca hazırlanan raporlarda, toplam 2000 ilâ 3000 silahlı militana sahib olduğu tesbiti geçmektedir. Devrim öngörüleri de farklı olup gerilla taktiğine değil, halk ihtilâli stratejisine bağlıdır. Buna bağlı olarak hemen hemen bütün İslâmî cemaatler içinde taban buldukları bilinmektedir.

Bir döneme damgasını vuran "İbda-C"lerden tamamen ayrı bulunmasına ve illegal hiçbir eylemde rolü olmamasına rağmen, fikir-sanat-aksiyon mihrakı "İbda"yı temsil eden Salih Mirzabeyoğlu, engizisyon mahkemelerini geçen bir barbarlıkla ve hukukun ırzına geçilerek idamla yargılanmış, "tiyatro" mahkemece idama mahkûm edilmiş, şu gün itibariyle Bolu F Tipi Cezaevi'nde "idama mahkûm" bir Mütefekkir olarak bulunmaktadır ve İslâm Âlemi'nin "Kurtuluş Reçetesi"ni ve liderlik liyâkatini elinde bulunduran "tek" ferd olarak sıranın kendisine gelmesini beklemektedir.

Eserleri:

Salih Mirzabeyoğlu kendisini, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu kanatları ile uçan bir su kuşuna benzetmektedir. Ellialtıdan fazla eseriyle bir kütüphane olan İbda Külliyatı, sıradan bir müslümandan ziyade entellektüel bir Batılının belki daha rahat algılayabileceği düzeydedir. O klasik "ulema" şablonunun dışında olduğu kadar, Batı'nın kavramlarına teslimiyetçi "modern müslüman aydın" tipolojisine de aykırıdır. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu kanatları arasında kendi kavramlarını üretebilmiş orjinal bir mütefekkir ve ideologtur. En önemli bir özelliği de, sadece yazan değil, yazdıklarını hayata geçirme mücadelesi veren bir aydın olmasıdır.

Necip Fazıl'la olan ilişkisini "Sokrat-Eflâtun" benzetmesiyle izah eden Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl'ın ortaya koyduğu "Başyücelik Devleti" projesini hayata geçirmek için destanlık bir mücadele vermiş, efsanevî zulümlere uğratılmıştır. Elbette bu "Kurtuluş Destanı" henüz bitmemiş olup, en "şanlı" safhanın eşiğindedir..

MİRZABEYOĞLU'NA SALDIRAN ZİHİN KONTROL POLİSLERİ KİM?




Mirzabeyoğlu'nun saldırı altındayken söylediği önemli bir söz de şu: "İnsanların nasıl itirafçı yapıldıklarını anladım." Türkiyedeki birtakım itirafçıların niçin ve nasıl itirafçı olduklarını araştıracak bilim adamları çıkar ve itirafçılar da itirafçı olma sürecinde yaşadıklarını doğru anlatma cesaretini gösterirlerse, bu uygulamanın Türkiye'deki boyutları aydınlığa kavuşabilir.

Mütefekkir SALİH MİRZABEYOĞLU “TELEGRAM-Zihin Kontrolü” isimli kitabında, Devlet eliyle kendisine nasıl “TELEGRAM işkencesi” faaliyetlerinde bulunulduğunu;"Kemalizmin ideolojisini ya yazarsın, yada... Cinsi ikna çabasını" vesikalandırırken, şuan yazmaya devam ettiği “ÖLÜM ODASI B-YEDİ” isimli eserini de şöyle takdim ediyor; “HUKUKU UYGULAMA DURUMUNDA OLANLARIN HUKUK DIŞI DAVRANIŞLARININ DESTANI”.

Başka ülkelerde yaşayıp da benzer bir saldırıya maruz kalan insanların anlattıklarının özeti aşağıda, aradaki benzerliklere dikkat edin.

1-) George Farquhar: "İstihbarat ajanları tarafından 'uzaktan beyin kontrolü' deneyinde kullanılırken yaşadıklarım"

İsmim George Farquar. o6.07.l955 Edinburg, İskoçya doğumluyum.

l984'ten beri "Beyin Kontrol Polisi" ismini verdiğim istihbarat ajanları tarafından UZAKTAN MONİTÖRLE TAKİP EDİLDİĞİME İNANIYORUM.

MİKRODALGA RADYASYON SALDIRILARI ve BEYİN KONTROLÜ DENEYLERİ 1997'DE ben Kanada2da iken başladı, Avrupa'da devam etti. Ayrıca l994'ten beri polisin takip, taciz ve gözaltıları ile "siyah helikopter" tacizleriyle karşı karşıyayım.

1988 yılında "Uzaktan Beyin Kontrolü Projesi"ni ifşa etmeye ve bununla mücadeleye karar verdim. "PROJECT FREEDOM/ÖZGÜRLÜK PROJESİ" İSİMLİ WEB SİTESİNİ KURDUM. O zamandan beri aile bireylerim de polis tacizlerine ve psikotronik saldırılara maruz kalmaktalar.

l9 Ocak l999'da Londra, Avam kamarası'nda bu durum "İNSAN HAKLARININ TÜYLER ÜRPERTİCİ BİR VAHŞİLİKLE İHLALİ" olarak değerlendirilip protesto edildi.

Şimdi yaşadıklarımla ilgili çok karışık ve garip bir hikayenin anahatlarını okuyacaksınız. Yaşadıklarım bundan ibaret ve bu kadar yüzeysel değildir. Çok daha derin ve çok daha vahim şeyler yaşadım.

1982'de ailemin yaşadığı Avustralya'ya göç ettim. Orada sahip olduğum arazinin parasını ödeyebilmek için bazı suçlar işledimden l992 yılının başında tutuklandım. Kefaletle serbest kaldıktan sonra yargılanmamak için Avustralya'yı terketmeye karar verdim ve iki hafta sonra yerleşmek üzere İngiltere'ye gittim. İngiltere'ye gelince ailem beni aradı ve havaalanına gitmek üzere evden ayrılmamdan iki saat sonra polisin beni yeniden tutuklamak üzere eve geldiğini söyledi. O zaman bunun, kılpayı bir kaçış olduğunu sanmıştım. Ama şimdi biliyorum ki, POLİS BENİM ÜLKEYİ TERKETME NİYETİMİ BİLİYORDU VE KAÇIŞIMA BİLEREK GÖZYUMDU. VE O ZAMANDAN BERİ, BENİM BÜTÜN HAREKETLERİMİ İZLİYOR , NEREYE GİTTİĞİMİ VE NE YAPTIĞIMI BİLİYOR.

"SİYAH HELİKOPTER" TACİZİ: 5 Yıl önce, Mart l994'te İkoçya'nın Parth şehrinde basit bir sahtekarlık suçundan 7 aylık bir ceza için hapse girdim. Bundan (mart l994) aşağı yukarı 3 hafta önce, 24 saat kesintisiz polis takibi altında olduğumu farkettim. Bu takipte, anti-terör operasyonlarında kullanılan "siyah" bir helikopter de vardı.Bu helikopterr sürekli olarak tepepemde dolaşarak beni taciz ediyordu. BASİT BİR SAHTEKARLIK SUÇU İÇİN NEDEN BİR ANTİ TERÖR ARACI OLAN BU HELİKOPTERİ KULLANIYORLARDI?... Son araştırmaların ışığında ortaya çıktı ki; bu siyah helikopterler sadece "anti-terör" taktik araçları değildir Bunlar içlerinde "Uzaktan Beyin Kontrol Pojesi"nde kullanılan cihazlarla da donatılmışlardır.

Bir iki hafta süren bu tacizlerden sonra onların eline düşmektense kaçmaya karar verdim. 24 saat izlendiğim için bu çok zor bir işti. Kardeşim Alex'le birlikte gece sık ormanlık alana gelebilmiştik. Ormana ulaşmadan önce, beni takipte kullandıkları ve üzerinde hiçbir yazı ve işaret bulunmayan büyük minibüs (van) farkettim. Aynı araç kaçış yolumuz boyunca bir kaç yerde önümüze çıktı. Bu tepesinde iki tane uydu diski olan beyaz bir arabaydı. İçine bakmak için iyice yaklaştım, kabinde siyah önlük gibi birşeyler giymiş olan 2 adam oturuyordu, bana dik dik baktılar. Bu adamların benim takibimle ilgili olduklarını biliyordum ama ne yaptıklarını bilmiyordum. Son araştırmalat gösterdi ki; BU ARAÇ, UZAKTAN BEYİN KONTROLÜ TEKNOLOJİSİYLE DONATILMIŞ CİHAZLARIN BULUNDUĞU ÇOK ÖZEL BİR ARAÇTI.

Orman içindeki birkaç saatlik yürüyüşümüzden sonra, iyice yorgun düştük... Hava kararmıştı ve çalılar yürüyüşümüzü engelliyordu. Tam bu sırada bir düzineden fazla polis bizi kuşattı. Ellerindeki fenerleri üzerimize tutarak 30 mete kadar yakınımıza geldiler ve ıslıkla birbirlerine işaret vererek fenerler söndürdüler. Beni hemen tutuklayacaklarını umuyordum ama öyle olmadı. Gün ışıdığında şaşkınlıkla gördüm ki; ortada bir tek polis bile kalmamıştı. Bu hadiseden bir hafta sonra tutuklandım. Beni niçin hemen oracıkta tutuklamamışlardı?

POLİS TACİZLERİ: Bu bir hafta boyunca, birlikte yaşadığımız anne ve babamın daireine polis tarafından evde olmadığımız satlerde zorla girildi. Etraf dağıtıldı aile fotoğraflarımız ortalığa saçıldı ama bildiğim kadarıyla hiçbir şey alınmadı. Niçin bunu yapıyorlardı? Basit bir sahtekarlık suçunun üzerine niçin bu kadar öldüresiye düşüyorlardı?

Bunun sebebini 4 yıl sonra anlayabildim...

Sonunda Parth şehrinde tutulandım. Garip olan şu ki benimle aynı anda kız arkadaşımı da tutklamışlardı... Halbuki o buradan 300 km uzakta Manchester şehrinde yaşıyordu, benim işlediğim suçla hiçbir ilgisi yoktu ve ben onu 4 haftadır hiç görmemiştim. Bütün bunları polis de en az benim kadar biliyordu. Ama yine de onu hemen, okumakta olduğu Manchester Üniversitesi'nde tam da final sınavı sırasında tutukladılar ve benimle işbirliği yapmakla itham edip hapse attılar. Daha sonra serbest bırakıldı ve beraat etti. Birbirimizi çok seviyorduk. Son kez hapisanedeki bir mazgal deliğinden birbirimizi görebildik.

Tutuklanmadan önce üç ceza avukatı ile beş defa görüştüm. Gayem, ortada haklı bir sebep yokken polisin beni niçin bu kadar ağır şekilde taciz ettiğini öğrenmekti.

Edinburgh'lu George Moore isimli bir avukat -ki kendisi sonra benim davamı üzerine aldı-, 30 yıllık savunma avukatlığı boyunca hiçkisenin polis tarafından bu kadar ağır taciz edildiğini görmediğini söyledi.

MEDYANIN YANLIŞ BİLGİLENDİRMESİ: Mahkemem bittikten sonra medya, he zaman yatığı gibi, benim davam ile ilgili "gerçeler"i halka aktardı. Ama yapmadığı bir şey vardı; tutulanmamdan önceki bir kaç hafta boyunca polisin bana reva gördüğü ağır tacizleri anlatmak... "Resmi" polis açıklamasına göre ben, "güya" gizli bir bilgi üzerine aniden yakalanmıştım. Polisin neyi saklamaya çalıştığını 4 yıl sonra anlayabildim.

HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA: Bu hapihane tecrübemin son olmasına dair yemin ettim. Fakat dışarıda pek çok şiddetli ve olağandışı hadiselerle karşılaştım...

Bu hadiseler benim şunu tam olarak anlamamı sağladı: Biz insanlar eskiden inandığım gibi sadece vücut, beyin ve duygulardan ibaret değildik ÇOK BOYUTLU RUHİ VARLIKLARDIK.

İkinci olarak; zihnim yeni keşfettiğim bilgilere açıldıkça, herbirimizin bir parçası olduğumuz şu FİZİK DÜNYANIN, DRAMATİK BİR DEĞİŞİMDEN GEÇMEKTE OLDUĞUNU ANLADIM. BU DEĞİŞİMİN İÇİNDE UZUN ZAMANDANDIR SAKLANMAKTA OLAN GERÇEKLERİN SU YÜZÜNE ÇIKMASI DA VAR. bU GERÇEK ŞU: iNSAN IRKI "ELİT BİR DÜNYA HÜKÜMETİ" TARAFINDAN, KONROL EDİLEBİLİR HİYERARŞİK BİR YAPILANMAYA DOĞRU MANÜPLE EDİLİYOR. (..) BU YAPILANMA "GÜÇ"ÜN ÇOĞUNLUĞUNU BİR AZINLĞIN TEKELİNE VERMEYİ HEDEFLİYOR. Bu konudaki uygulama insanların çoğunluğundan gizleniyor.

Hapishane tecrübem bunları anlamamda çok yardımcı oldu. Çünkü hapishanedekiler, oynanan oyunların ve döndürülen dolapların çoğunun farkındalar.

Orada birinci elden öğrendiğim gerçeklerden biri de şu: Polis psikiyatrisleri, ilaç bağımlısı veya psikopat "potansiyel" kaatillere -ki bunların bazılarının elinde ateşli silahlar da var- hiçbir müdahalede bulunmuyorlar. Onların serbestçe dışarıda dolaşmalarına gözyumuyorlar. Bu "potansiyel" kişiler talep ettikleri halde tedavileri reddediliyor.. son araştırmaların ışığında gördüm ki; bu kişiler bilerek tedavi edilmiyor ve ileride bu proje kapsamında, bunların içlerinde bulunan katliam isteği "uzaktan Beyin Kotrolü" yoluyla manüple edilp kullanılacak YENİ DÜNYA DÜZENİ'NİN KURULUŞUNDA BUNLARDAN DA İSTİFADE EDİLECEK.BU YENİ DÜNYA DÜZENİ, 2005 YILINDAN ÖNCE DÜNYADA TEK BİR MERKEZİ HÜKÜMET VE BUNA BAĞLI ORDU, BANKACILIK SİSTEMİ, ELEKTRONİK İSTİLA VE MİKROÇİPLENMİŞ BİR İNSANLIK OLUŞTURMAYI HEDEFLİYOR

Vardığım bu sonuçtan sonra, hapisten çıkınca, hem kendimi hem de başkalarını daha derinden tanımak ve anlayabilmek için dünyayı dolaşma isteğim doğdu. Ayrıca açık görüşlü ve anlayışı kuvvetli birilerini bulup, üzerimizde oynanan bu oyunu deşifre etmek istiyordum. Ama cezamın bitimine iki gün kala bir sürprizle karşılaştım: İnterpol beni istiyordu!..

Başgardiyan beni odasına çağırarak İnterpol'den bir faks geldiğini ve Avustralya'daki suçlarım sebebiyle tahliye edilmeyip iade edilmemi istediklerini ama kendisinin bu yazıyı dikkate almayacağını söyledi. Bu bilgi doğrultusunda, tahliye edildiğim gün yeniden tutuklanacağım belli olmuştu... Ama öyle olmadı...

Bu da polisin bana oynadığı ve tahammül etmek zorunda kalacağım pis oyunun bir parçası idi...

1994 Eylülünde hapisten çıktım ama polisin 24 saat kesintisiz takip ve tacizi sürüyordu. Nereye gitsem bundan kurtulmak imkansızdı... Yutrdışında bile takip ve taciz sürüyordu.

İNTERPOL TAKİBİ VE HELİKOPTER TACİZLERİ: 1995 Mart'ında, hapishanede başladığım, meditasyon, ruhi gelişme ve yoga bilgilerimi arttırmak üzere Hindistan, Nepal ve Sri Lanka'ya seyehat ettim. Bu seyahat boyunca polis ve helikopter tacizleri devam etti. Demek ki, İnterpol'de işin içindeydi.

18 ay sonra Hindistan'dan ayrılıp Tayland, Laos, Kamboçya, Vietnam, Çin ve Japonya'yı dolaştım. 2 Yıl 4 ay süren bu seyahat boyunca İnterpol peşimi bırakmadı; takip ve tacizler devam etti. Polis helikopterinin tacizi özellikle ben meditasyon için inzivaya çekildiğim zamanlarda yoğunlaşıyordu.

Asya'dayken herbirinde 4 ay olmak üzere 4 ülkenin 7 meditasyon bölgesinde pratik yaptım. Kaldığım her meditasyon yerinde polis helikopterleri beni taciz etti. BU TACİZLERDE ÇOK AÇIK ORTAK BİR YÖN VARDI: HER MEDİTASYONA ÇEKİLİŞİMİN İKİNCİ GÜNÜ TACİZE BAŞLIYORLARDI. Helikopter, önce meditasyon binası veya manastırın çevresinde yarım ila bir saat arası daireler çizerek uçuyordu. Sonra tam benim bulunduğum bölmenin üzerine 3-5 dakika kadar oldukça alçalıyordu. O kadar alçalıyordu ki sanki çatıya inekcekmiş gibi oluyordu. Sonra tekrar yükseliyor ve bir kaç saat boyunca bulunduğum binanın üzerinde daireler çizerek uçuyordu. Bunu aynı düzen içinde süreki olarak ve günaşırı tekrar ediyorlardı.

Şüphesiz "Büyük ağabey" beni gözetliyordu. Ama "Büyük Ağabey" bunu niçin yapıyordu, işte bunu -o zamanlar- gerçekten bilmiyordum.

Japonya'dan Kanada'ya gidip 6 ay Vacouver'de kaldım Bu süre boyunca fazla bir şey yaşamadım, sadece 1 haftalık meditasyon çalışmam boyunca aynen Asya'daki gibi helikopter tacizi oldu, o kadar.

Bu yaşadıklarımı gören bir düzine şahit var. Helikopter tacizi dışında, polis takibi eskiye nazaran azalmıştı. Bunun da bir sebebi olmalıydı. Kısa süre sonra onu da öğrenecektim.

UZAKTAN BEYİN KONTROLÜ DENEYLERİ KANADA'DA BAŞLADI: 1997'de Temmuz-Aralık arası Vancouver'de yaşadığım süre boyunca HER AKŞAM ŞU SAYACAĞIM PSİKOLOJİK VE FİZYOLOJİK BELİRTİLER ZİNCİRİNİ KESİNTİSİZ YAŞADIM:

SİNİRLİLİK VE TÜM VÜCUDU TAHRİŞ EDEBİLEN FİZİKSEL DUYARLILIK... AÇIK SEÇİK DÜŞÜNMEDE ZORLUK, BAŞAĞRILARI, BAŞIMDA YÜKSEK DİŞ GICIRTSI SESİ, KISA SÜRELİ HAFIZA KAYBI, DÜZENSİZ DÜŞÜNCE KALIPLARI, UYUŞUKLUK, MİDE BULANTISI VE UYKUSUZLUK...

Eylül-Ekim aylarında Avustralya'daki ailem 3 haftalığına neni ziyarete geldi. Onlar gidinceye kadar bu üç hafta boyunca şu belirtileri gittikçe artan yoğunlukla yaşadım yaşadım:

SON DERECE NEGATİF VE HOŞ OLMAYAN DUYGULAR, SANKİ VÜCUTTA BİR BÖCEK GEZİNİYORMUŞ HİSSİ, SİNİR BUHRANLARI, KONSANTRASYON GÜÇLÜĞÜ, DİKKAT SÜRESİNDE KISALMA, SON DERECE DÜZENSİZ VE TAMAMEN KİŞİLİK DIŞI DÜŞÜNCE, DUYGU VE DAVRANIŞ KALIPLARI, AKLİ MELEKELERDE BÜYÜK ÖLÇÜDE PARÇALANMA, KENDİLİĞİNDEN OLUŞAN HAFIZA KAYIPLARI.

bu beleitiler, sadece öğleden sonra geç saatlerde veya akşamın ilk saatlerinde ortaya çıkıyordu. Gün boyunca normal, rahat ve sırtüstü yatıp keyif çatan halim sürüyordu. Ailem geri dönünce şu sonuca vardım: Ben galiba deliriyorum... Çünkü günün belli saatlerinde ipe sapa gelmez şeyler yaptığımın farkındaydım...

Son araştırmalarımın ışığında görünen o ki: Kanada'da kaldığım sürece MİKRODALGA RADYASYON BOMBARDIMANINA TUTULMUŞTUM VE ZİHİSEL VE DUYGUSAL OLARAK UZAKTAN "MİKRO DALGA BEYİN KOTROLÜ SİLAHLARI" TARAFINDAN YÖNETİLMİŞTİM. Bu saldırıların ABD Milli Güvenlik Ajansı (NSA)'nın KINNECOME GRUBU (Fort Meade'de) tarafından yapıldığına inanıyorum. Bu grup (Kinecome) Amerikan halkına karşı da bu tür saldırılar yapmakla tanınıyor.

1997 Yılının Aralık ayında Avrupa'da seyehatime devam ettim. Gayem Kanada'ya dönmeden önce mümkün olduğu kadar çok ülkeyi görmekti. 9 Nisan 1998'de Amsterdam'a ulaştım. Kısa sürede gördüm ki, tekrar polis takibine alınmıştım.. Bu defa normal, gizli ve video kameralarla görüntülerim alınıyordu. Bu seferki taciz ve takip 4 yıl öncekine nazaran daha yoğun ve şiddetli idi. Çok açık bir güç gösterisi yapıyorlardı. Peki bunu niçin yapıyorlardı? Bilemiyordum. Kısa süre sonra bunun sebebini de öğrenecektim.

AVRUPA2DA MARUZ KALDIĞIM MİKRO DALGA İLE UZAKTAN BEYİN KONROLÜ DENEYLERİ: Burada Kanada'dakilere benzer fiziki ve psikolojik belirtilerle tekrar karşılaştım. Ancak farklı şeyler de vardı:

UZAKTAN KONUŞAN BİRİNİN SESİNİN DUYULMASI, FAKAT KONUŞAN KİŞİNİN UZAKLIĞI VE ETRAFINDAKİ GÜRÜLTÜLER SEBEBİYLE KONUŞMASININ ANLAŞILAMAZ OLMASI... bU KONUŞMAYI KULAKLARIMLA DEĞİL KAFAMIN İÇİNDE DUYUYORDUM... sEYEHAT BOYUNCA KARŞILAŞTIĞIM KİŞİLERLE KONUŞURKEN, SÖYLEMEK İSTEDİKLERİMİN TAM TERSİ ŞEYLER SÖYLÜYORDUM. mESELA BİR KONU İLE İLGİLİ OLARAK ŞİDDETLE "EVET" DEMEK İSTERKEN, "HAYIR" DİYORDUM...

Bir keresinde Güney Afrikalı turist arkadaşlarla YENİ DÜNYA DÜZENİ İÇİN TEK BİR MERKEZİ DÜNYA HÜKÜMETİ planları hakkında konuşurken içlerinden biri aniden ve kendinden çok emin bir şekilde; "POLİSİN, SENİN NE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ, O DÜŞÜNCE SENDE OLUŞMADAN ÖNCE BİLDİĞİNİ BİLİYOR MUYDUN?" dedi. Şaşkın bir şekilde, az önce söylediğini tekrarlamasını istedim. Tekrarladı. Sonra yüzünde şaşırmış bir ifade ile, "BUNU BİLDİĞİMİ BİLE BİLMİYORDUM" dedi. Bu söyledikleriyle ne demek istediğini sordum. "Bilmiyorum" dedi.

Bu kadar yoğun bir şekilde kontrol altında tutlmam , bende zamanla çeşitli ama çok şiddetli duygusal tepkilerin oluşmasına yol açtı. Bu tepkiler; korkuya karşı, kayıtsızlıkla saldırganlık arasında gidip geliyor ama hepsi de çok kısa zaman dilmleri içinde oluyordu.

Amsterdam'da kaldığım süre içinde, bu ve benzeri pek çok garip psikolojik ve duygusal düzensizlikler yaşamama rağmen, bu garip olayların ne dercede önemli olduğunun asla şuurunda değildim. Ne zaman kişilğime uymayan bu garip hadiselerin sebebini araştırmaya kalksam, SANKİ BEYNİM BİRDEN BİRE BOŞALIYOR VE OLUP BİTENİ HATIRLAYAMIYORDUM. bU ANİ HAFIZA KAYIPLARI AİLEM BENİ kANADA'DA ZİYARET EDERKEN DE ORTAYA ÇIKMIŞTI. hEM DE TAM BU GARİP HADİSELERİN SEBEBİNİ BULMAYA ÇALIŞIRKEN...

Çok uzun bir zaman sonra, 13 Nisan 1998 akşamı, bu garip hadiselerin ve karakter değişimi ve dengesizliklerin sebebini öğrendim. Ertesi gün Amsterdam'dan ayrılacaktım. Amsterdam'daki son gecem hayatımı ebediyyen değiştirdi.

"THE STİNG", POLİS BANA "UZAKTAN BEYİN KONTROLÜ" KOBAYI OLDUĞUMU AÇIKLIYOR: Yoğun ve kesintisiz polis takibi altında çok zor olmasına rağmen, sessiz caddelerde saatlerce yürüyerek rahatlamaya çalıştım. Sonunda kaldığım pansiyonun yakınında sessiz sakin bir kafeye geldim. İçeriye girerek bir kahve alıp oturdum. Bir kaç dakika sonra, ANİDEN POLİSTEN TELEPATİK OLARAK GÖNDERİLEN MESAJLAR ALMAYA BAŞLADIM. BU MESAJ BOMBARDMANININ MAHİYETİ VE SIRASI ŞÖYLEYDİ:

POLİS O ANDA BENİM BEYNİMİ OKUYORDU. bUNU YÜKSK TEKNOLOJİ ÜRÜNÜ BİLGİSAYARLAR VASITASIYLA YAPIYORDU. dUYGULARIMI DA OKUYORLARDI. AMSTERDAM'A GELİRKEN OTOBÜSTE TANIŞTIĞIM ADAM ASLINDA ONLARIN AJANIYDI. O, "UZAKTAN BEYİN KONTROLÜ" PROJESİNİN BİLGİSAYAR PRORAMLAMACILARINDAN BİRİYDİ...

BU AJAN KARŞIMA BİR TURİST OLARAK ÇIKMIŞ VE TESADÜF(1)E BAKIN Kİ, KARDEŞİM ALEX'LE AYNI İSMİ TAŞIYORDU..

Bu ajan bana, kendisinin Bilgisayar pogramcısı olduğunu kesin olarak empoze etti: YARDIMCILARIYLA BİRLİKTE DÜNYADA TEK OLAN ÇOK ÖZEL BİR PROGRAM ÜZERİNDE ÇALIŞIYORLARDI; BU PROGRAM DÜNYANIN HER YERİNDEN BİLGİSAYARLAR VASITASIYLA KULLANILABİLİYORDU. ARTIK TAMAMLANMA SAFHASINA GELİNMİŞTİ. ŞİMDİ ANLIYORUM Kİ; BU AJANIN BAHSETTİĞİ PROGRAM GERÇEKTE BİZZAT BENDİM VE BENİM BEYNİMİN ONLAR TARAFINDAN YÖNETİLİP YÖNLENDİRİLMESİ

DEMEKTİ. VE "PROGRAMIN" TAMAMLANMASI DEMEK, AZ ÖNCE ALMAYA BAŞLADIĞIM "MESAJLARIN TELEPATİK OLARAK TRANSFERİ"YDİ...

BU TELEPATİK TRANSFER YALNIZCA SÖZLERİ NAKLETMİYOR AYNI ZANAMDA BEYNİMİN EKRANINA GÖRÜNTÜLER DE NAKLEDİYORDU...

Bu veriler bana sunulurken, ben onları çok net olarak algılıyabiliyordum.

Bu hal bende tam bir şok etkisi doğurdu. Hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. şimdi cevabını bulmam gerkrn üç soru vardı: Bunu nasıl yapıyorlardı? Niçin Yapıyorlardı? Niçin beni seçmişlerdi?

Çok derin araştırmalardan sonra bazı şeyler kafamda yerine oturmaya başlamıştı.

FARKETTİĞİM HUSUSLARDAN BAZILARI: 4 Yıl boyunca bir çok ülkede kesintisiz olarak sürdürülen polis ve helikopter takip ve tacizlerinin gayesi benim nerede olduğum ve ne yaptığımla ilgili değildi. Onlar benim bu takip ve tacizler karşısındaki psikolojik ve duygusal reaksiyonlarımı elektronik olarak kaydediyorlardı.

Kanada2ya vardığım günden bu yana bende ortaya çıkan son derece düzensiz psikolojik davranış kalıpları önceden inandığım gibi benden kaynaklanmıyordu. Bunun sorumlusu Beyin Kontrol Polisi'nin bilgisayar tekniklerini kullanarak yaptığı saldırı idi.

Avrupa'da Amsterdam'a varmadan önce tanıştığım bir sürü insan, aslında İNGİLİZ İSTİHBARAT TEŞKİLATININ AJANLARI İDİ. Bu ajanlar bana MCP (Beyin Kotrol Polisi) ile ilgili önemli bir suç işletmek için talimat almışlardı. Mesela Kanada'da beni "deli" haline getirmişlerdi. Ama polis hiyerarşisinin geleceğe dönük olarak planladığı bu "oyun", benim durumu farketmeye başlamamla bozulmuştu.

MCP, son olarak yaşadığım gibi ses ve görüntü kalıplarını kulak ve gözü atlayarak doğrudan doğruya beyine göndermek sueretiyle bir insan diğerine nakledebiliyordu.

MCP, karşılaştığım herhangi bir insandaki düşünce ve davranış kalıplarını da uzaktan ayarlayabiliyordu.(Yuarıda anlattığım Güney Afrikalı arkadaşa yaptıkları gibi).

Avrupa'da bulunduğum süre içinde, MCP beni bazı saldırgan insanlarla karşılaştırdı ve onları bana sataşacak şekilde yönlendirdi.

Arık bütün benliğimle MCP tarafından "uzaktan beyin kontrolü Projesi"nin bir kobayı olarak kullanıldığımı anlamıştım. Ertesi gün Amsterdam'dan ayrılma planınımı değiştirdim. Yeni verilerin ışığında durumu değerlendirmek üzere orada bir süre daha kalmaya karar verdim. Yeni ortaya çıkan bilgiler hayatımın en travmatik dönemini çözmüştü. MCP beni bir uçurumun kenarına kadar getirmişti. Ama bu yeni bilgiler bana çok büyük bir güç ve cesaret kazandırdı. Ayrıca kendimi, isanlığı ve yaratılışı bir bütün olarak daha derinden kavramaya başlamamı sağladı.

Takip tacizleri ve mikrodalga şokları sürüyordu...

İYİLEŞMEYE DOĞRU: MCP'nin bana telepatik mesajlar göndermeye başlamasından 1 hafta sonra, bütün yaşadıklarımı günlük halinde belgelemeye başlayacak kadar güçlenmiştim. Not almayı hala sürdürüyorum.

2 Hafta sonra takip ve tacizler azalmaya başladı. Fakat helikopter takaip ve tacizi gün aşırı olarak aynen sürüyordu. Rahatlamamın en büyük sebebi mikrodalga radyasyon saldırılarının kesilmesiydi.

Gittikçe gücüm yerine geliyordu. Normalleşiyordum. BU MCP'nin ne olduğunu, hangi kurumların bu işin içinde olduklarını, kullandıkları teknolojinin mahiyetini, bu teknolojiyi kullanarak insanlara niçin saldırdıklarını ve bu saldırılar karşısında nasıl bir savunma mekanizması oluşturulabileceğini bulmaya yemin ettim.

Kendimi bu bilgiler araştırmaya, insanlara MCP'nin varlığını ispata, onların saldırılarından korunma yollarını bulmaya adadım...

Bunun için seyahati bırakmak, yerleşik bir düzen tutturmak gerekiyordu.

13 Nisan'dan 3 hafta sonra, MCP, beni uyurken bir takım programlanmış rüya senaryolarına maruz bıraktı. Bu rüyalar oldukça berraktı ve hepsinde geçmişimin yeniden düzenlenmesiyle ilgili olumsuzluklar taşıyordu. Her düzenlenmiş rüyadan uyanışımda çok büyük korku ve suçluluk duygusuna kapılıyordum. Bu rüyaların bana ait olmadıklarını biliyorum. Çünkü benim geçmişime dair gördüğüm rüya sayısı çok azdı ve hapsi de müspet unsurlar taşıyordu. Geceler boyu bana ilka edilen bu olumsuz rüyalar MCP tarafından tasarlanıyordu.

Kısa sürede MCP'nin gayesinin bende korku ve suçluluk duygusu hasıl etmek olduğunu anladım ve bunu günlüğüme yazdım. Ondan sonra bu rüyalar sona erdi.

Aradan çok geçmedi, bir sabah erken bir saatte, tekrar İngiltere'ye dönüp araştırmalarımı orada sürdürmeyi düşünürken; MCP'den tek kelimenin tekrarından ibaret bir telepatik mesaj geldi: "Mermi... Mermi... Mermi... Mermi..."

İngitere'ye dönmemi istemiyorlar ve beni ölümle tehdit ediyorlardı.

İngiltere'ye dönmeye ve MCP'nin ipliğini pazara çıkarmaya karar verdim.

Page 10/19

AİLEME POLİS TACİZİ VE PSİKOTRONİC ATAKLAR YAPILIYOR

9 Mayıs 1998 Avustralya, Perth’de yaşayan kardeşim Alex’e o güne kadar tuttugum günlügün bir kopyasini gönderdim. O anda, hapisten çiktigimdan beri polis gözetiminde/takibinde oldugumu bilen tek kişi oydu. Son yaşadiklarimi ve polis hiyerarşisi tarafindan Uzaktan Beyin Kontrolü deneyinde kullanildigimi bilmesini istedim. Ona bir kopya göndermemin nedeni hem benim durumumu detayıyla anlaması, hem de beni belki öldürülmekten koruması ihtimali idi.

13 Nisan gecesinden itibaren kesinlikle inanıyordum ki, beni her an öldürmeleri ihtimali yüksekti.

Kardeşim günlügümü alir almaz ani bir şekilde benim yillardir yaşadigim işkenceyle karşilaşmiş. Şu anda sürekli polis takibinde ve sik sik tepesinde dolaşan polis helikopteriyle gözdagi verilmekte.

Şu anda kendisi sürekli olarak Beyin Kontrolü Polisi’nin belirli psikolojik saldırılarılarına maruz kalmakta, bu değişken psikolojik durumlara alışmasının ise son derece zor olduğunu söylüyor. MCP nin kardeşimi hedef almasinin nedenini biliyorum, çünkü polis hiyerarşisinin geçmişte bana verdigi korkutma ve tacizlerle ilgili pek çok olayin direkt tanigi. Kesinlikle inaniyorum ki, bana geçen yil yaptiklari gibi, onu da bir uçuruma itmeye çalişiyorlar. Amaçları, eğer başarabilirlerse, polis hiyerarşisinin beni korkutmasını ve bana yaptıklarını ispatlayacak bir kişinin eksilmesi.

Son zamanlarda ailemin diğer üyeleri de “ yabancı insanlar ” tarafından sürekli takip edilip gözetlendiklerinden şikayet ediyorlar, fakat benim ve kardeşimin sürekli pols gözetiminde olduğumuzu bilmiyorlar. Polis Hiyerarşisi, ailemi sürekli taciz ederek bana korku salmaya ( en büyük silahları ) çalışıyorlar fakat bunlar benim, onları ifşa etmekteki kararlılığımı daha da arttırıyor.

İSTİHBARAT AJANLARININ YAPTIĞI UZAKTAN BEYİN KONTROLU İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALARIM

MCP den telepatik olarak mesajlar almaya başladiktan iki ay sonra, Ingiltere’ye yerleşip araştirmaya başlamam gerektigine karar verdim.

21 Haziran 1998’de Londra’ya gelip Glastonbury’de yerleştim ve o günden beri de zamanimin çogunu geçmişte yaşadiklarimla ilgili olabilecek her şeyi gözden geçirerek harcamaktayım.Özellikle de Seçkin Dünya Hükümeti’nin Yeni Dünya Düzeni konusundaki planları üzerine yapılan araştırmalarla ilgili bilgileri analiz ettim. Ayrıca Gizli Polis İstihbarat Birimlerini, onların Uzaktan Beyin Kontrolu Silahlarını, toplumun davranışlarını kontrol etmek ve katliamlar amacıyla insanları ve toplumu manipüle etmek için nasıl kullandıklarını araştırdım.

İnsanların kendilerini bu silahların saldırılarından nasıl koruyabileceklerini araştırıp bulmak niyetindeydim. Yakın zamanda, değişik araştırmacıların bulgularını rapor halinde yayınlamayı düşünüyorum.

İngiltere’ye geldikten sonra polis takibi büyük ölçüde azaldı. Helikopter takibi seyrekleşti ama hala devam ediyor. Evimin bahçesinin üzerinde dolaşan “ siyah ” helikopterin birkaç fotoğrafını çektim ( fotoğraf ilişikte ). Şu an birlikte oldugum kız arkadaşım da yalnız yürürken helikopter tarafından taciz edilmiş. Cesur Yeni Dünya’mızda bu insanlar ne kadar “ cesurlar ”!

Beyin Kontrolu Polisi’nin beni direkt olarak yönetmesi İngiltere’ye geldiğimden bu yana biraz azaldı fakat hala arasıra programlı frekanslar halinde psikotronik saldırılara maruz kalıyorum. Bu frekanslardan birini “ enkötü güç ” diye adlandırdım.Bu, aniden bütün beynimi ve vücudumu sarıp son derece rahatsız edici bir duygu veren, çok negatif ve hain bir enerji. Bu normalde, dışarıda arkadaşlarımla eğlenirken, en iyi zamanımda oluyor. Tecrübelerimden çıkardığım sonuca göre de MCP nin saldırmak için seçtiği en iyi zaman. Bu olur olmaz hemen anlıyorum ki MCP nin saldırılarına maruz kalıyorum. Bu durumda sakin kalıp bir yerde duruyorum, hissettiklerime reaksiyon göstermiyorum, sonra geçiyor.

Telefonumun sürekli olarak dinlendiğinden şüphem yok. Arkadaşlarım ya da ailemle yaptığım konuşmalar Yeni Dünya Düzeni, Beyin Kontrol Polisi, “ Siyah ” helikopterler, v.s. ile ilgili konulara dönmeye başlayinca, hatlarda sürekli cizirtilar başliyor, bazen de tamamen kesiliyor. Bu da polisin bana gözdagi vermek için yaptigi işe yaramaz çabalardan biri. Ayrica bana gelen mektupların da çoğu kayboluyor. Bunun da bir tesadüf olmadığına inanıyorum.

Aynı dertten muzdarip olanlar birbirini bulur misali, şu anda Yeni Dünya Düzeni programını araştıranlardan bir sürü arkadaş edindim. Onların da telefonları dinleniyor ve uzaktan mikrodalga frekans ataklarına maruz kalıyorlarmış. Yaptıkları çalışmalardan ötürü birkaç tanesi direkt olarak ölümle tehdit edilmiş.

ABD ULUSAL GÜVENLİK BİRİMLERİYLE KARŞILAŞMA

BEYİN KONTROL ( M.C.P. ) POLİSİNİN “ KÖTÜLERİ ”

Şu anda mümkün oldugunca eskiye dönüp ilk olarak nasil MCP nin deneyi oldugumu anlamaya çalişiyorum. Sanirim 15 yil kadar önce uzaktan kaydedildim ve üzerimde deneylere başlandi. Avustralya’da yaşarken 1984 yılında çok geniş bir seyahate çıkmıştım. Alice Springs’de Ayers Rock’u ziyaret ettim. Burası çölde oldukça antik ve güçlü ( ! ) bir yer.

Ayers Rock’un yakınlarında ABD Ulusal Güvenlik Birimleri’nce yönetilen Avustralya’nın Uzaktan Beyin Kontrolu merkezi var, adı “ Pine Gap ” . Fakat ben o zaman ( herkes gibi ) çok saf bir şekilde buranin sadece bir uydu iletişim merkezi oldugunu saniyordum. Merak ederek, saf saf diş kapiya yaklaştim ve etrafa bir göz atmak için içeri girip giremeyeceğimi sordum. Güvenlik görevlisi “ böyle bir soruyu sormaya nasıl cesaret edersin? ” der gibi kaşlarini çatarak bana baktı. Cevap tabi ki HAYIR idi. Ben de yoluma devam ettim. Şimdiki bilgilerim işiginda şu anda inaniyorum ki, çok yüksek bir ihtimalle ben o anda kapıda iken uzaktan nöro-monitor yoluyla kayda geçirildim. Son derece ilerlemiş Uzaktan Beyin Kontrolu bilgisayar teknolojilerine bir kere kitlenince de artik ömür boyu onlarin “ network ” lerindeyim, bu da bir ömür boyu Uzaktan Beyin Kontrolu kobayı olmamı sağlamlaştırıyordu.

O zamandan beri kayıtlara geçen bir gerçek; “ Pine Gap” in önünde protesto gösterisi yapan barış faaliyetçileri mikrodalga radyosyonlar nedeniyle yanıklar, kan kanseri ve çok hızlı ilerleyen kanser gibi değişik belirtilerle karşılaştılar.

Garip ama MCP’ye “ minnettar ” olmam gereken bazı şeyler var. Bunlar gibi çok zeki(!) insanların, beni Uzaktan Beyin Kontrolu deneyinde kullandıkları bilgisini telepatik olarak bana sürekli göndermekle gösterdikleri küstahlıkları tersine benim için son derece verimli oldu.

Eğer bunu yapmamış olsalardı, böyle bir teknolojinin varlığından hiç haberim olmayacaktı. Takip edildiğimi, polis ya da “ siyah ” helikopter tarafından taciz edildiğimi farkettiğim her anı hayatım boyunca korku içinde geçirecektim. Her an zihinsel ve duygusal olarak tamamen kontrol edilebilen bir “ robot ” haline dönüştürülebileceğim gerçeğinin, ki, bunu geçmişte yaptılar, asla farkında olmayacaktım.

Yıllar boyu sürekli olarak korkutularak yaşadigim travmatik tecrübelerden, fiziksel ve psikolojik olarak kötü davranılmasından, sonra da telepatik olarak polis hiyerarşisinin Uzaktan Beyin Kontrolu deneyinde kullanıldığımı bana söylemelerinden sonra hala bugünkü kadar güçlü olamazdım.

Beyin Kontrolu Polisi, en büyük silahı olan bende korku yaratma amacının tam tersine bir sonuca ulaştı.

Şu anda hayatim boyunca oldugumdan daha güçlü ve daha hürüm.

Saygılarımla, barış ve sevgiye doğru, George Farquhar

Şunu da kaydedeyim: 43 yaşindayim, çok zinde ve saglikliyim ve çok uzun seneler yaşamak niyetindeyim.

Kaybolmak, ölümcül bir kaza geçirmek, intihar etmek ya da migrodalga radyasyonun neden olduğu hızlı ilerleyen bir kansere filan yakalanmak gibi bir niyetim hiç yok.

En Son Kişisel Rapor ( 17 Eylül 1999 )

Sonunda Yine Polis Takibinde

6 aydan beri polis tarafından gizlice takip altında değildim.Tabii “ biz seni gözetliyoruz senin de bunu bilmeni istiyoruz ” türünden, daha önce yaptıkları şekilde, belirgin bir takip değildi.

17 Eylül Cuma günü, gece saat 10 civarında bir arkadaşımla dışarı çıktım. Gittiğimiz yer, sigara-içki içilmeyen, son derece rahat, dostça bir aile ortamıydı.

20 dk. Sonra 6 tane gizli polis farkettim. Sudan çıkmış balık gibidirler, çoğu ya çok sinirli ve huzursuz, ya da çok kurumlu ve kurnazdır.

Artık “ takipte ” olduğumu anlayacak kadar tecrübem olmuştu ve o gece boyunca sürekli takip edildigim çok kesindi.

Saat 12’de eve gitmek üzere oradan ayrıldık. Binadan çıkarken aniden iki polis belirdi, biri önümüzde, biri arkamızda, başka kimse yok çevrede. Bu bir tesadüf müydü? Sanmıyorum.

Arkadaşimin evine dogru yürüdük. Eve gelmeden önce bana dik dik bakan iki sivil polisin önünden geçtik. Tam önlerinden geçerken,direkt olarak “ biliyorum biliyorum ” dedim. Bununla demek istedim ki, kim olduklarını, oyunlarını, biliyorum, beni artık korkutamayacaklar ve onları ifşa etmeme engel olamayacaklar.

Yol kenarında biraz durduk. Birkaç dakika sonra, üzerinde iki mavi lambası olan ön ve yan pencereleri karatılmış, yazısız beyaz bir polis kamyoneti 30 m. İlerde durdu. Ön koltukta oyuran sivil polis bana dikkatlice bakıyordu. Beş dakika kadar kaldilar, sonra gittiler.

18 Eylül

Öğlen 4.30 da dönüşüm deposuna gittim. Arabadan inmemiştim ki birinin dikkatle bana baktığını farkettim. Ben işimi yaparken 10 dk. Boyunca beni izledi. Sonra gri bir kamyonete binip uzaklaşti.

Birkaç dakika sonra, şehir merkezindeki şirkete gittim. Burasi depodan iki mil uzakta çok sakin bir yerde.Saat 4.50 de şirketin bulundugu sokaktan aşagiya inerken ayni adamin ayni kamyonetle yolun kenarina parketmiş olarak gördüm.

O anda gerçekten kafam atmıştı!

Kamyonetin yanından geçerken adam tekrar baktı. Arabamı durdurdum. O arada kamyonet yavaşça ana yola doğru hareket etti. Hemen sürücü camına koşup resmini çekmek istedim ama fotoğraf makinem sıkıştı. O anda yüzünde panik ifadesi vardı, fotoğrafının çekilmesini önlemek için yüzünü koluyla sakladı.

Gitmek için arabayı çalıştırdı. Durması için yan cama ve kamyonetin yan tarafına vurdum. Durmadı.Ana yolda giderken, arkasından koşup dönemeçte yakalamak istedim ama çok hızlıydı ve kayboldu. Hemen arabama bindim, etrafı aramaya başladım fakat boşuna! Adam uzun boylu ve zayıf, siyah saçlı, soluk benizli, 45 yaşlarında idi. Kamyonetin plakası E57 MTC idi.

--------------

15/19

Ayrıca ( onlara ) yakın zamanda her UK MP’ye ve tüm dünyada 500 kuruluşa birer rapor gönderdiğimi ve madalyonun öbür yüzünde olup bitenlerle ilgili gerçeği herkese anlatan bir web sitemin olduğunu söyledim. Yıllar boyu askeriye ve polisin takibi altında olduğumu, mikrodalga tekniği ile radyasyona maruz kaldığımı anlattım. Kim olduklarını ispatlamaları için kimliklerini isteyince vermeyi reddettiler ve yürüyüp gittiler. Kendi hiyerarşilerinin onlara söylemediği bazı özel gerçekleri de öğrenince çok şaşırmışlardı.

Peşimde dolaşanlardan çogunun benim gerçekte kim oldugum hakkinda hiçbir bilgisi olmadığını biliyorum. Kendilerini kontrol eden hiyerarşinin, onlara, benim bir suçlu olduğumu, toplum için tehlike teşkil ettiğim, v.s. gibi pek çok yalan uydurduğundan eminim. Halbuki ben sadece polise, askere ve yeni dünya düzeni için seçkin hükümet yetkililerinin programlarına karşıyım. Bunlar bizlerde bir korku ve ilgisizlik hali oluşturarak hepimizi tutsak alıp ancak statükolarını koruyabilir ve yaşayabilirler.

4 Mart 2000 deki Echelon Protestosundan hemen sonra eski bir istihbarat görevlisinden gelen, planlanmış bir “ kaza ” ile ilgili mektup

8 Nisan 2000

George,

Menwith Hill’ deki NSA ( Ulusal Güvenlik Birimi )’da yapılan son gösteri ile ilgili bir bilgi seni ilgilendirebilir.

Bu gösteri için bir tür “ kaza ” görev olarak verilmiş.Kazanin hedefi ya NSA ya da NSA’ dan birileri imiş. İnsanın kanını donduran taraf, duyduğuma göre, bütün konuşmalarin kaydedildiği, eğer ben de seninle gösteriye gelseydim, “ bir taşla iki kuş vurarak ” fırsatı değerlendirecekleri idi.

Başka bir değişle, hedef BİZDİK!

Ayarlanması çok kolay bir araba “ kaza”” sı, kendi deyimleriyle, iki “ boşbogaz ” ın ağzını kapatacaktı, eğer işler umdukları gibi gitseydi. Şimdilik bu kadar, kendine iyi bak, en iyi dileklerimle.

15/19

Temmuz 1997 den Haziran 1998’e kadar süren polis takibi, tacizi ve davranış düzenlemesi ( manüpilasyon ) deneyine yönelik Nöro-Elektromanyetik işkence ve saldirilarla ilgili bütün bilgileri istemek amacıyla M15 / M16 ve ABD Ulusal Güvenlik Birimlerine gönderilen mektup

Baş ( şef ) Müdürler

M15/M16

Londra

24 Mayıs 2000

Değerli Yöneticiler;

1998 Veri Korunumu ( Koruması ) Kanununun 22. bölümüne göre, ABD Ulusal Güvenlik Birimleri tarafından toplanmış benimle ilgili bilgileri içeren verilerin bütün detaylarını, kanunun verdiği haklara göre, resmi olarak rica ediyorum.

Genel bir araştirma istememe ragmen, özellikle şu konulardaki kayitlarinizda yogunlaşmaniz gerekecek.

Hollanda, Amsterdam’a geldiğim 9 Nisan’dan, 20 Haziran 1998’de ayrılışına kadar geçen süre boyunca tutulan kayıtlar.

Takip edildiğim süre boyunca çekilen bütün fotoğraf, video ve ses kayıtları delillerini rica ediyorum. Bu delillerin hepsi kurumunuz ve kardeşlik birimleriniz beni, - güya - “ öldürücü olmayan / sessiz ” diye sınıflandırdığınız silahlarını kullanarak migrodalga / ELF frekanslarıyla, benim normal olan zihinsel, duygusal ve davranış kalıplarımı bozup yeniden düzenlemek amacıyla radyasyona maruz bıraktığınız sürece elde edildi.

Özellikle, 9 Nisan’ dan 13 Nisan 1998 akşamina kadar olan beş günlük süre boyunca üzerimde denediginiz zihinsel, duygusal ve davraniş manipülasyonu için, yogun olarak gönderdiginiz radyasyon saldirilarıyla ilgili tüm delilleri rica ediyorum.

Bana Konu Giriş Formu gönderebilirsiniz. Bunun için gerekli bilgiye ihtiyaciniz varsa lütfen sorularinizi bir mektupla gönderin.

Ayrıca bilgisayar hard ve soft diskleri, internet, web, kaset, CD gibi bilgisayar dosyalarının elektronik kayıtlarını, görüntü ve ses tanıma sistemlerini, bunların yanısıra diğer kaydedilmiş ve / ya da oluşturulmuş verileri, mesela, otomatik veri işleme konusunda olabilecek “ Görüntü İşleme Sistemi Belgesi ” nde bulunan verileri de rica ediyorum.

1998 kanunu verilerin elden verilebileceğini söylüyor. Lütfen bunu cevabınızda göz önüne alın.

İstediğim verilerin sadece sizde ya da bağlı olduğunuz oluşumda olması gerekmez. Sizin ya da o oluşumun bu kayıtların içeriğini ve verilerin nasıl kullanıldığını kontrol etmeniz yeterli. Bu yüzden üçüncü bir grubun elindeki verilerin de kanuna göre istenme hakkı var. Eğer istediğim veriler bu kanunun izin verdiği verilerse onların bilgisayar çıktılarını bana vermek zorundasınız.

Kanun size, istediğimi yerine getirmeniz için 40 gün süre tanıyor. Kanuni olarak bu mektubu cevaplamaya ve aradığım bilgileri vermeye mecbursunuz.

verilerin detaylarını bulmak zahmetinden kurtarmaz. Aksine bu hareket, elinizdeki verileri bana vermemek amacıyla yapılırsa, bu suç teşkil edecektir.

Saygılarımla

George Ferguhar, Project Freedom.

Baş Müdürler

ABD Ulusal Güvenlik Birimi

Menwith Hill

Harrogate

Nort Yorks H63 2RF

24 Mayıs 2000

Değerli Yöneticiler

1998 Veri Korunumu Kanununun 22. bölümü uyarınca, ABD Ulusal Güvenlik Birimi’nin elinde bulunan,benimle ilgili bilgilerden kanunun izin verdiği bütün verileri resmi olarak rica ediyorum.

Genel bir araştirma istememe ragmen, özellikle şu konulardaki kayitlarinizda yogunlaşmaniz gerekecek.

Hollanda, Amsterdam’a geldiğim 9 Nisan’dan, 20 Haziran 1998’de ayrılışıma kadar geçen süre boyunca tutulan kayıtlar.

Takip edildiğim süre boyunca çekilen bütün fotoğraf, video ve ses kayıtları delillerini rica ediyorum. Bu delillerin hepsi kurumunuz ve kardeşlik birimleriniz beni, - güya - “ öldürücü olmayan / sessiz ” diye sınıflandırdığınız silahlarınızı kullanarak migrodalga / ELF frekanslarıyla, benim normal olan zihinsel, duygusal ve davranış kalıplarımı bozup yeniden düzenlemek amacıyla radyasyona maruz bıraktığınız sürece elde edildi.

Özellikle, 9 Nisan’ dan 13 Nisan 1998 akşamina kadar olan beş günlük süre boyunca üzerimde denediginiz zihinsel, duygusal ve davraniş manipülasyonu için, yogun olarak gönderdiginiz radyasyon saldirilarıyla ilgili tüm delilleri rica ediyorum.

Bana Konu Giriş Formu gönderebilirsiniz. Bunun için gerekli bilgiye ihtiyaciniz varsa lütfen sorularinizi bir mektupla gönderin.

Ayrıca bilgisayar hard ve soft diskleri, internet, web, kaset, CD gibi bilgisayar dosyalarının elektronik kayıtlarını, görüntü ve ses tanıma sistemlerini, bunların yanısıra diğer kaydedilmiş ve / ya da oluşturulmuş verileri, mesela, otomatik veri işleme konusunda olabilecek “ Görüntü İşleme Sistemi Belgesi ” nde bulunan verileri de rica ediyorum.

1998 kanunu verilerin elden verilebileceğini söylüyor. Lütfen bunu cevabımnızda göz önüne alın.

İstediğim verilerin sadece sizde ya da bağlı olduğunuz oluşumda olması gerekmez. Sizin ya da o oluşumun bu kayıtların içeriğini ve verilerin nasıl kullanıldığını kontrol etmeniz yeterli. Bu yüzden üçüncü bir grubun elindeki verilerin de kanuna göre istenme hakkı var. Eğer istediğim veriler bu kanunun izin verdiği verilerse onların bilgisayar çıktılarını bana vermek zorundasınız.

Kanun size, istediğimi yerine getirmeniz için 40 gün süre tanıyor. Kanuni olarak bu mektubu cevaplamaya ve aradığım bilgileri vermeye mecbursunuz.

Bu mektubu aldıktan sonra elinizdeki verilerde silinti yapar ya da bozarsanız bu sizi, bana silinmiş ve bozulmuş verilerin detaylarını bulmak zahmetinden kurtarmaz. Aksine bu hareket, elinizdeki verileri bana vermemek amacıyla yapılırsa, bu suç teşkil edecektir.

Saygılarımla

George Ferguhar, Project Freedom.

Project Freedom yukarıdaki mektuplara cevap bekliyor.

SESSİZ BİR SAVAŞ İÇİN SESSİZ SİLAHLAR (GİZLİ BİR ASKERİ BELGEDEN )






DAVID ICKE’NİN BRILLIANT BOOK’UNDAN BİR İKTİBAS:

...............VE GERÇEK SİZİ ÖZGÜR KILACAK

(BU BELGE SEÇKİN DÜNYA YÖNETİM HİYERARŞİNİN

DOGMATİK VE OTORİTER ZİHNİYETİNİ AÇIKÇA GÖSRERMEKTEDİR.)

1986 da, tesadüfen bulunan ve "sessiz bir savaş için sessiz silahlar" olarak adlandırılan bir belgeden alınan Robotlar’ın İsyanı’nda yer aldım. Bu belgenin 1969 yılına ait diğer bir versiyonun A.B.D. Donanmasının Haberalma Servisi’nin elinde bulunduğu rapor edilmektedir.

Bu belge, beyin yıkama tekniklerini çok güzel açıklamaktadır.

Benim elimde bulunan versiyon Amerika’da ikinci elden satılan bir fotokopi makinasının içinde bulundu ve kitlesel zihin kontrolunun politikasını anlatmaktadır.

Bu uzun ve ayrıntılı belge 1979 tarihliydi fakat, 1950'lerden beri uygulanan politikanın anahtarlarını vermektedir.

Bu belge “ Sessiz Savaş... 1954 yilinda uluslararası seçkinlerin bir toplantısında açıklandı” demektedir.

Bildenberg Grubu ilk defa 1954 de toplandı. Belgede teşhir edilen metodlarin Londra’daki Tavistock İnsan Hakları Enstitüsü’ne ve bunun birbirine bağlı şubelerine ilham vereceği muhtemeldir. İşte muhtevadan bir çeşni:

“ tecrübeyle ispat edilmiştir ki, bir sessiz silahi korumanin ve halk kontrolunü ele geçirmenin en basit yolu, onlari bir taraftan şaşkin, organizasyonlari bozulmuş, ilgilerini gerçekten önemi olmayan başka sorunlara çekilmiş bir durumda tutarken, diger taftan disiplinsiz ve temel sistem prensiplerinden habersiz tutmaktır.

Bu şunlarla başarilir:

Onların düşüncelerini başıboş bırakarak; zihni faaliyetlerini sabote ederek; matematikte, sistem tasarımında, ekonomi eğitiminde halk için düşük kaliteli programlar hazırlayarak ve teknik yaratıcılık esaretlerini kırarak.

Aşagidaki yollarla duygularini meşgul ederek, onlarin kendilerine ve duygusal ve fiziksel faaliyetlere olan düşkünlüklerini arttırarak;

a) Medyadaki - özellikle TV ve gazetelerdeki - sürekli bir cinsiyet, şiddet ve savaşlar engeli vasitasiyla merhametsiz duygusal hareketler ve saldirilar ( zihni ve duygusal tecavüz ).

b) Onlara ne isterlerse - fazlasıyla - verme “ düşünce için degersiz gida” ve onları gerçekten ihtiyacı olan şeyden mahrum bırakma.

c) Tarihi ve hukuku yeniden yazma ve halkı sapkın yaradılışın hükmü altına sokmak, böylece onların akıllarını kişisel ihtiyaçlardan dışta ziyadesiyle icat edilen önceliklere kaydırabilme. Bunlar onların sosyal otomasyon teknolojisinin sessiz silahlarıyla ilgilenmelerini ve bu silahları keşfetmelerini engeller. Genel kural düzensizlikte kar vardır; daha fazla karışıklık daha fazla kar. Bu nedenle en iyi yaklaşım problemler yaratmak ve sonra çözümler sunmaktır.

Özet olarak:

Medya: Yetişkin nüfusun dikkatini gerçek sosyal sorunlardan uzak tutarak gerçekte önemi olmayan meselelere çekmelidir.

Okullar: Genç nüfusu gerçek matematikten, gerçek ekonomiden, gerçek hukuktan ve gerçek tarihten habersiz tutmalıdır.

Eğlence: Halkın düşüüncesini altıncı derece seviyesinin altında tutmalıdır.

İş: Düşünmek için zaman bırakmayarak, halkı çiftlikte diğer hayvanlarla birlikte meşgul, meşgul, hep meşgul etmelidir.

"SESSİZ SİLAHLAR BELGESİ", UZAKTAN MİKRODALGA

ZİHİN KONTROL TEKNİĞİNİ BAKIN NASIL TARİF EDİYOR

:

“ Bu, bir generalin yerine -bankacılık mıknatısının emirleri altında-, bir bilgisayar programcısının çalıştırıldığı; bir silahın yerine, bir bilgisayardan; barut tozu yerine, veri işlenmesiyle sevkedilen; mermilerin yerine, durumları ateşler. Bu, aşikar gürültüler çikartmaz, aşikar fiziksel yaralanmalara neden olmaz ve herhangi bir kişinin günlük sosyal hayatina alenen müdahale etmez.

“ Anlaşilmaz fiziksel ve zihinsel bozukluklara neden olan ve anlaşilmaz bir şekilde günlük hayata müdahale eden, yani ne aradigini bilen egitimli bir gözlemci için anlaşilmaz olan sesler üretse bile halk bu silahi anlayamaz, bu nedenle de bir silahla saldiriya ugradigina ve baski altina alindigina inanamaz.

“ Halk içgüdüsü ile birşeylerin yanliş oldugunu hissedebilir, fakat sessiz silahin teknik özellikleri nedeniyle, duygularini makul bir şekilde izah edemez veya kendi zekasiyla problemle ugraşamaz. Bu nedenle, nasil yardim isteyecegini ve buna karşi kendilerini savunmak için digerleriyle nasil birleşecegini bilmez.

“ Sessiz bir silah tedricen uygulandığında, baskı ( psikolojik baskıdan ekonomik baskıya kadar ) çok artarak devam edemeyecek hale gelene kadar, halk bunun varlığına uyum sağlar / adapte olur ve bunun sinsi tecavüzüne tahammül etmeyi öğrenir. Bu nedenle sessiz silah biyolojik mücadelenin bir cinsidir.

Bu onların doğal ve sosyal enerji kaynaklarını, fiziksel, zihinsel ve duygusal güçlerini ve zaaflarını tanıyarak, anlayarak, manipüle ederek ve bunlara saldırarak bir toplumun bireylerinin hayatına, tercihlerine ve hareket kabiliyetine tecavüzde bulunur.”

Diğer bir deyişle, böl ve yönet ve global diktatörlüğü size atlama taşları yaklaşımıyla tanıt ve vakit çok geç oluncaya kadar çok az kişi gerçekten neyin devam ettiğini anlayabilsin. Gerçekten de, birçok kişi ne olduğuna işaret eden kişilere gülecek ve hatta onları suçlayacaktır. Hoş bu kitabın veya buna benzer birçoğunun okurları gerçeklerin farkındadır. Ve eğer bize hakikaten daha iyi bir dünya ve düşünce ve ifade hürriyeti emanet edilseydi, bilginin önemsenmemesi mümkün değildi.

Birçok insanın zihnini işgal eden programcıların sığınağını parçalamak için, hepimizin yapması gereken iş çok büyüktür, fakat bu mükemmelen başarılabilir - ve eğer biz bu işe karışmak için hazırlandıysak - bu başarilacaktir. Kendisi için düşünmeye ve hareket etmeye azmetmiş bir insan aklından daha güçlü hiç bir şey yoktur. Böyle bir hadise bir manipülasyoncunun kabusudur ve bu gezegendeki herkes gibi, siz de bu güce sahipsiniz.

Yapacağınız tek şey onu kullanmaktır.

DAVID ICKE......VE GERÇEK SİZİ ÖZGÜR KILACAK

ZİHİN KONTROLÜ mümkün mü?




Beyin kontrolü mümkün mü?

İnsan beyni kontrol altına alınabilir mi? İnsanlara iradelerinin dışında bazı işler yaptırılabilir ve hatta cinayet işletilebilir mi?

1996 yılında yayımlanan "Beyin Kontrolü ve Tanımlanamayan Gizli Hükümetler" adlı kitabında Daniel Brandt, bir insana hipnozla bir cinayet işletilebileceğini iddia ediyor. Bazı uyuşturucu maddeler de insanların beyinlerinin kontrol altına alınmasında kullanılabiliyor. LSD'nin bunlardan biri olduğu öne sürülüyor.

Son yıllarda ABD'de yayımlanan araştırmalar, beyin kimyası çalışmalarında LSD'nin son derece önemli bir yere sahip olduğunu ortaya koyuyor.

Doç.Dr. Ümit Sayın, Martin Lee ve Bruce Shlain'in "LSD'nin Tarihçesi" ve Jay Stevens'ın "LSD ve Amerikan Rüyası" adlı kitaplarından yola çıkarak, bu maddenin beyin yıkama faaliyetlerinde nasıl kullanıldığını 1998 yılında Artı Haber Dergisi'ne şöyle anlatmıştı: "1950-75 arasında CIA'de binlerce ajan sistematik olarak LSD testlerinden geçirildiği gibi, LSD'den yola çıkarak, pek çok yeni halüsinojen sentezlendi ve insanlar üzerinde zihin kontrolü, propaganda, beyin yıkama amacıyla kullanıldı. LSD'den daha etkili bir madde arayışı sonucunda ise Extacy sentezlendi."

Ümit Sayın, dünyadaki pek çok istihbarat örgütünün LSD ve benzeri binlerce psikoaktif ilacı kullandığını da söylemişti.Ümit Sayın’ın kara büyü kitapları ve zihin kontrol faaliyetlerine ilişkin çalışmaları göz önüne alındığında, Ergenekon Terör örgütün’deki işlevinin de ne olduğunun bize ip uçlarını vermiş oluyor;görüşmek için gittiği Salih Mİrzabeyoğlu’nun neden kovduğu da.

New York Times gazetesinin l6 Temmuz l977 sayısında şöyle bir haber yayınlandı:

"ABD insanlığın esir edilebileceği görünmez silahlar geliştiriyor."

l978 yılında Walter Boward adlı yazar, Operation Mind Control (Beyin Kontrol Harekatı) adında yayınladığı kitabında şunları anlatıyordu: "Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harp görünmez, muharebe sahası ise insan zihinleridir.

21 Temmuz 2000 tarihli Sabah gazetesinde yer alan haber, çalışmaların nerelere geldiğini gösteriyor.

"John St. Clair Akwei, 1996 yılında Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) aleyhine bir dava açtı. Akwei, NSA'nın kendisini sürekli olarak takip ettiğini ve davranışlarını kontrol ettiğini iddia etti. Akwei mahkemeye bu iddialarını destekleyecek yüzlerce sayfalık deliller sundu. Kaynak olarak birçok bilimsel ve akademik çalışmanın gösterildiği bu deliller, Project Freedom adlı internet sitesinde yayınlandı. İddiaya göre NSA, çok gelişmiş sistemleri aracılığıyla elektromanyetik alanları kullanarak istediği kişiyi dünyanın her yerinde takip edebiliyor, hatta elektrik dalgaları yollayarak kişinin düşünce ve davranışlarını kontrol edebiliyor. NSA'nın "sinyal istihbaratı" adı verilen bu sistemi, dünyadaki elektrik taşıyan her şeyin çevresinde bir manyetik alan olduğu ve bu alanların elektromanyetik dalgalar yaydığı teorisine dayanıyor. Geliştirilen dijital sistemlerle elektrik taşıyan bütün varlıkları nerede olursa olsun kontrol edebiliyor. Gönderilen sinyaller sayesinde hedef kişi başkalarının duymadığı sesler duyabiliyor ya da görüntüler görebiliyor. Bu yolla NSA istediği kişiye istediği şeyi hiçbir kanıt bırakmadan yaptırabiliyor.

Em. Kur. Albay Baha Kadıoğlu, Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde yayımlanan bir makalesinde bu silahlarla ilgili bakınız neler söylemiş:

"Türkiye l977'li yıllar içinde beyin kontrol yöntemlerinin harp şeklinde uygulandığı ve bunun korkunç kâbusunun yaşandığı bir ülke olmuştur. Bu görünmez harpin gelecek yıllarda da devam edecektir. Yalnızca fiziki tedbirlerle önlenmesi mümkün görülmemektedir. Alınacak tedbirleri öğrenmek için en kısa zamanda parapsikolojik çalışmalara girmek mecburiyetindeyiz. "
(A.V.)